CKarakilic.com
Current View

Fıkıh Usûlü

F I K I H U S Û L Ü 0 ِ ه ْ ق ِ ف ْلا ُ لو ُ ص ُا F I K I H U S Û L Ü İ K İ N C İ B A S K I Y A Z A N A Celâleddin Karakılıç 201 6 F I K I H U S Û L Ü 1 ِ ه ْ ق ِ ف ْلا ُ لو ُ ص ُا F I K I H U S Û L Ü İ K İ N C İ B A S K I F I K I H U S Û L Ü 2 B i r i n c i B a s k ı ( 1 000 ) adet ( 2001 ) İ k i n c i B a s k ı ( 1 000 ) adet ( 2016 )  F I K I H U S Û L Ü 3 ِ ف ْلا ُ لو ُ ص ُا ْ ق ِ ه F I K I H U S Û L Ü İ K İ N C İ B A S K I Y A Z A N A Celâleddin Karakılıç 201 6 F I K I H U S Û L Ü 4  F I K I H U S Û L Ü 5    ِ ب ْ س ِ �ا ِ م 2001 yılında birinci baskısı yapılan bu kitâb, değerli ilim adamlarımızın eserlerinden istifâde edilerek -yıllarca ihtiyaç duyulan bir boşluğu doldurabilmek amacı ile- İmâm -Hatip Liseleri öğretmen ve öğrencileri ile ba’zı meslektaşlarımızın istifâdesine arz edilmek üzere hazırlanmışdır Kitâb, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Dairesi Kurulu Koordinatörü Sayın Prof Dr Süleyman Hayri Bolay tarafından görevlendiril en -her nedense ismi tarafımıza bildirilmeyen - değerli bir ilim adamımız tarafından dikkatle incelenmiş; * ayrıca Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Sayın Dr Mustafa Çuhadar tarafından okunmuş; yapılan takdîr, tenkît, tavsiye ve düzeltmeler göz önünde bulundurularak basıma hazırlanmışdır Birinci baskısı için emeği geçen meslektaşlarımıza, maddî ve ma ’nevî desteğini esirgemeyen oğlum Münîb Karakılıc’ a ve bu kitâbdan istifâde etmek isteyen kardeşlerimize Cenâb -ı Hakk’ın r ızâsını taleb ederek teşekkürlerimi arz eder, sağlık ve esenlikler dilerim Ali Celâleddin Karakılıç Talas 2001    *- Turkiye Diyanet Vakfı Genel Merkezi, ( 11 -01 -1999 ) târih ve ( YK / 961-6 ) sayılı yazı F I K I H U S Û L Ü 6    سب �ا م ُ ول ِ م َ ع َ و او ُن َ مآ َ ني ِ ذ � لا َ و ا ا َ ِ �ا � صلا ا َ ه َ ع ْ س ُ و � � ِ إ ا ً س ْ ف َن ُ ف � ل َ ك ُن َ� ِ ت ز ُ با َ ح ْ صَأ َ ك ِ ئ َل ْ وُأ ِ ة�ن َْ �ا ج ْ م ُ ه َ نو ُ د ِ لا َ خ ا َ هي ِ ف ِ م م ِ ه ِ رو ُ د ُ ص ِ � ا َ م ا َن ْ ع َ ز َن َ و ل ِ غ ْ ن ُ را َ ه ْ ن َ�ا ُ م ِ ه ِ ت َْ � ن ِ م ي ِ ر َْ � ج ُ ولا َق َ و ا ِ � ِ ُ د ْ م َْ � َا ِ د َت ْ ه َ ن ِ ل � ان ُ ك َام َ و َاذ َِ � َاني َ د َ ه ى ِ ذ � لا ُ �ا َاني َ د َ ه ْ ن َا َ� ْ و َل َ ى ج “Biz, hiçbir kimseye gücü yeteceğinden başkasını yüklemeyiz Îmân edib de güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar ın göğüslerinde ğıll -ü ğîş’den ne varsa hepsini söküb atacağız ; Onlar, altlarından ırmaklar aka n cennetin ebedî yâranıdırlar; Onlar (orada şöyle) derler: Allâh’a hamd ve şükürler olsun ki, bizi bu ni’met ve saâdete kavuştur du; Eğer Allâh bizi doğru yola hidâyet etmese idi, biz kendiliğimizden doğru yola erişemezdik” A’râf, 42-43    F I K I H U S Û L Ü 7 Besmele Hamdele Salvele ِ ب ْ س م ِ ِ ِ � رلا ِ ن َْ ْ � رلا ِ �ا ِ مي َ ا َ ْ � ُ د ْ م ِ ل � ل � ب َ ر ِ ه ْ لاع َ ا َ ل � رلا َ � ِ م َ ْ ْ ِ ن ِ مي ِ ِ � رلا ِ ك ِ لا َ م ِ م ْ و َي �دلاي ِ ن ِ إ � ي َ ن َ كا ُ ب ْ ع ِ إ َ و ُ د � ي َ كا ُ � ِ ع َت ْ س َن ْ ه ِ ا ِ د َ ن ا ر � صلا َ ا َ ط ْ لا ْ س ُ م َ ت ِ ق ر ِ ص َ مي َ ا َ ط � لا َ ني ِ ذ َ ا ْ ن َ ع َ ت ْ م َ ع َ ل ِ ه ْ ي ْ م ِ ْ ي َ غ ْ لا َ م ْ غ ِ بو ُ ض َ ع َ ل ِ ه ْ ي � ضلا َ� َ و ْ م ا � ل َ � لاَ و � ص ُ ة َ ول ن ِ د �ي َ س َ ىل َ ع ُ م َ� � سلا َ و َ ا د � م َُ � ِ ن ِ ذ � لا ى َ خ َ ت َ م ُ �ا ِ ب لا ِ ه � ش ر َ ا َ ا َ و َ ع ِ ئ ْ ك َ ل َ م ِ ب ي �دلا ِ ه َ ن َ ع َ و ْ ح َ ص َ و ِ ه ِ لآ َ ىل ِ ب طلا َ � ِ ب �ي � طلا ِ ه � ا ِ ه ِ ر َ و َ ني َ ت ْ ن َ م ِ ب ْ م ُ ه َ ع ِ ب ِ إ ا َ س ْ ِ ن َ ي َ � ِ ا ِ م ْ و لا �د ِ ني Bi’smi’llâhi’r -Rahmâni’r -Rahîm Bütün âlemlerin Rabb’i, Rahmân ve Rahîm, Din Günü’nün sâ hibi olan Allâh’a hamd olsun Yâ Rabb, biz yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz Bizleri doğru yola hidâyet eyle, o kendilerine ni’met verdiklerinin yoluna ilet, gazâba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil Salât ve selâm, Allâh’ın, şerîat’i tamamladığı ve dîni ikmâl etdirdiği seyyidimiz Hazreti Muhammed üzerine, tayyîb, tâhir olan Âl ve Ashâb’ının üzerine ve kıyâmete kadar ihsân ile Âl ve Ashâb’ına tabi’ olanların üzerine olsun    F I K I H U S Û L Ü 8 Hıkmetli sözler َ ا ْ ل ِ ف ْ ق ْ ع َ م ُه ِ ر َ ف لا ُة � ن ْ ف ا َ م ِ س َ َ � َ ع ا َ م َ و ا َ ل ْ ي ا َ ه Fıkıh, insanın, kendi lehinde ve aleyhinde olan (şer’î) huküm’ leri bilmesidir İmâm A’zam rahmetü’llâhi aleyh ُ ي ْ ن َ م ِ ر ُ �ا ِ د ِ ب ُ ي ًا ْ ي َ خ ِ ه َ ف � ق ِ ني �دلا ِ � ُه ْ ه “Allâhü Teâla, bir kimsenin hayr ini dilerse, onu dinde fakih yapar (anlayışlı ve bilinçli kılar)” Buhârî, Kitâbü’l-ilm, Cüz’ 1 ss 28 ِ ص َ � ِ ا ُءا َ ش َي ْ ن َ م ى ِ د ْ ه َي ُ �ا َ و طا َ ر ْ س ُ م َ ت ِ ق مي “Allâhü Teâlâ kimi dilerse onu (kendisinde hayır gördüğü kimseleri), doğru yola iletir” Bakara, 213 َ ا َ ْ � ْ م � لا ِ � ِ ُ د َ ه ى ِ ذ َ د ني َ ا ِ ل ِ ل � َ ا ِ ن ِ لا َ و ْ س َ � ِ م Bizi, îmâna ve İslâma hidâyet eyliyen Allâhü Teâlâ’ ya hamd olsun Et-Tâcü’l -Câmiu fî Ehâdîsi’r -Rasûl s a v    F I K I H U S Û L Ü 9 ْ س ِ ب ِ مي ِ ِ � رلا ِ ن َْ ْ � رلا ِ �ا ِ م Ö n s ö z Âlemlerin Rabb’i olan Allâhü Teâlâ, insanlık âlemini, dalâletden hidâyete, zulümden adâlete, cehâletden ilme, zulmetden nûra, haksızlıkdan hakka, eğrilikden doğruluğa, kötülükden iyiliğe, çirkinlikden güzelliğe, kirlilikden temizliğe ve hulâsa her türlü noksanlıkdan kemâle yöneltip onlara insanlık vasıflarını kazandırmak, bu sûretle de onları dünyevî ve uhrevî mutsuzlukdan mutluluğa ulaştırmak için, -sevgili Rasûl’ü Hazreti Muhammed aleyhi’s -selâm vâsıtası ile - göndermiş bulunduğu Kur’ân -ı Kerîm’in daha ilk sayfasında, ا� ج َ ذ ِ ل ْ لا َ ك َ ب ْي َ ر َ� ُ ب َات ِ ك ج ِ هي ِ ف ج ً ىد ُ ه ِ ل ْ ل ِ ق �ت ُ م َ � � “Elif Lâm Mîm Bu Kitâb, öyle bir kitâb’dır ki kendisinde (Allâh tarafından gönderilmiş olduğu nda) aslâ şübhe yokdur O, (nefsini, zarar verecek şey’lerden ve şer’a muhâlif olan günahlardan korumak isteyen takvâ sâhibi) müttekî’ler için, (doğru yola irşâd edici, sevâb ve hayır yollarını gösterici ve menfaatlerine delâlet edici) bir hidâyet’dir (doğru yolun ta kendisidir) 1 buyurmakda ve bu Kitâb karşısındaki tutum ve davranışları ile - müttekî, kâfir, münâfık ismi altında- başlıca üç gurûba ayrılan insanların vasıf ve özelliklerini, en güzel bir şekilde açıklayıp îz ah etdikden ve bu Kitâb’ın ancak Müttekî’ler için -dünyevî ve uhrevî seâdet ve selâmet yollarını gösterici - bir hidâyet rehberi olduğunu belirtdikden sonra, büyüklüğünün ve “Rahmân” isminin muktezâsı olarak, tekrar hepsini birden kendisine kulluk ve ibâdete da’vet etmekde ve israrla Müttekî’ler gurûbundan olmamızı istemektedir    1 - Bakara Suresi, âyet 1 -2 Takvâ: Lügatde, sakınma, korunma, korkma ma’nâsınadır İstılahda ise, âhiretde insanlara zarar verecek şey’lerden sakınmakdır Bu bakımdan takvâ sıfatlarına sâhib olan kimselere “Müttekî” denir Bu konuda fazla bilgi için bak: Hak Dîni Kur’ân Dili Türkçe Tefsir, C 1 ss 166-171 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hulâsatü’l -Beyân fî Tefsîri’l -Kur’ân, C 1 ss 37 -38 Mehmed Vehbi Kur’ân -ı Hakîm ve Meâl -i Kerîm, C 1 ss 13 Hasan Basri Çantay F I K I H U S Û L Ü 10 Eğitim ve öğretimin ( ta’lîm ve terbiyenin) en güzel bir örneğini teşkil eden bu ilâhî hitâb şekli, Allâhü Teâlâ’nın “Rabb” ism-i şerîfinin bir muktezâsıdır ki Rabb, “Esmâü’l -Husnâ: En güzel isimler” sâhibi olan Allâhü Teâlâ’nın isimlerinden birisi olup her şey’i gereği gibi terbiye edip kemâle îsâl edici ( ulaştırıcı) ma’nâsınadır Eğer, Allâhü Teâlâ’nın, mahlûkâta ( yaratılmışlara) karşı “Rabb” ism- i şerîfinin muktezâsı olan bu eğitim ve öğretim “ta’lîm ve terbiye” olmasaydı, bütün mahlûkât ve mükevvenâtın, bi’l -hâssa insanlığın, kendisini her türlü zarar ve noksanlıklardan kurtarıp kemâle ulaştırması ve istenilen gâyeye vâsıl olması, hiç şübhesiz mümkün olmazdı İnsanlığın en büyük ihtiyâcı olan bu inâyet -i ilâhiyyeyi ( Allâhü Teâlâ’nın bu lûtuf ve ihsânını ), mahlûkâtın en güzeli, en şereflisi ve en üstünü olmak isteyen bir insanın, iyi düşünmesi ve ona göre değerlendirmesi, ancak kendi menfeatı îcâbıdır Bu bakımdan Müttekî’ler gurûbundan olup kendisini her türlü tehlike ve noksanlıklardan kutararak insanların en kerîmi, en mükerremi, en şereflisi ve en üstünü olmak isteyen bir insanın, her şey’den önce, Allâhü Teâlâ’nın, Kur’ân -ı Kerîm’de ve Rasûl’ünün Sünnet’inde, bildirdiği dînî hukümleri, yapılmasını veyâ yapılmamasını istediği husûsları, doğru bir şekilde öğrenmesi, bunun netîcesi olarak da kendisine verilmiş olan bu kadar ni’met’lere karşı, O’na lâyıkı ile hamd -ü senâ’da bulunup ( teşekkür edip) O’nun rızâsını kazanabi lmenin usûl ve yollarını bilmesi, gerekdir Bu ise, ancak “Ehl-i sünnet ve cemâat yolu” dediğimiz dînî esâsları öğrenmekle, bu yolda yürümenin usûl ve yollarını en iyi bir şekilde tesbit etmesini bilen - İmâm A’zam, İmâm Mâlik, İmâm Şâfiî, İmâm Hanbel gibi- müctehidlerin gösterdiği yoldan gitmekle ve onların tesbit etdikleri dînî esâslardan dışarı çıkmamakla mümkündür 2 Bunun en 2-Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ ın gösterdiği yoldan gidenlere ve O’nun Sünnet’ine yapışanlara “Ehl-i sünnet”, O’nun gösterdiği ve teblîğ buyurduğu ahkâmı, kendi keyf ve arzûlarına göre te’vîl ve tefsîr edip değiştirenlere de “Ehl -i bid’at” denir Ehl- i bit’at’in, bir çok şu’beleri ve kısımları vadır ki bunlar, Kelâm ve Akâid k itâblarında anlatılmışdır َ س َ ت ْ ف ِ َ ت � م ُا ُ � ِ ت َ ث َ ىل َ ع َ ل ْ ر ِ ف َ � ِ ع ْ ب َ س َ و ث َ ق ُ ك ًة ل ُ ه ِ � ْ م � نلا َ اق ً ة َ د ِ ِا َ و � �إ ِ را ُ س َ را َي َ ي ِ ه ْ ن َ م ا ُ ول َ ق ِ �ا َ لو � لا َ لا ا َ م َ ىل َ ع ْ م ُ ه َ ني ِ ذ َأ َ ان َ ل َ ع َ و ِ ه ْ ي َ ا ِ با َ ح ْ ص “Benim ümmetim, yakında yetmişüç fırkaya ayrılacakdır Bunların hepsi Cehennem’dedir Ancak birisi müstesnâdır -O bir fırka kimlerdir? Yâ Rasûle’llâh - Onlar, benim ve ashâbımın bulunduğumuz i’tikad üzere bulunanlar, benim ve ashâbımı n gitdiği yoldan gidenlerdir” Hadîs -i şerîfi ise, bunun en güzel bir delîlidir Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 84 Büyük Haydar Efendi F I K I H U S Û L Ü 11 güzel ve en doğru bir dayanağı ise, “Fıkıh İlmi” ile “Fıkıh Usûlü İlmi” dir Aslında bir usûl (ve metot) ilmi olan “Fıkıh Usûlü İlmi”, dînî hukümlerin, “El-Edilletü’l -erbea:Dört delîl ” dediğimiz -Kitâb, Sünnet, İcmâu’l -Ümmet ve Kıyâsü’l -Fukahâ’ gibi- ana kaynaklarından, doğru bir şekilde incelenip anlaşılmasında, fıkhî mes’elelerin îzah edilmesinde, müctehidler arasındaki ittifak ve ihtilâf noktalarının incelenip anlaşılmasında, âyet -i kerîme ve hadîs -i şerîflerin ve onlardan çıkarılan hukümlerin -kasıtlı veyâ kasıtsız, yanlış anlam, tefsîr ve te’vîllerine meydan vermeden - Şârî ’in ( hakîkî ma ’nâda Allâhü Teâlâ’nın, mecâzî ma’nâda Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm’ ın) murâdına uygun olarak doğru bir şekilde idrâk edilmesinde, bu sûretle de İslâm Dîni ile onun müntesibleri olan Müslümânların ( Ümmet-i merhûmenin ), Ehl- i Sünnet ve Cemâat yolu dışındaki Ehl-i Bid’ât yollarına saptırılmamasında, en büyük rolü oynar Ayrıca, İslâm şerîat ve hukûkunun, ne gibi esâslara dayandığının bilinmesine, hukûk ile ilgili kânunların, nizamların, ilmî bir şekilde incelenip anlaşılmasına ve hukûk fikrinin inkişâfına vesîle olur    Bu bakımdan, ehil bir din adamı olmak isteyen her müslümânın, bu ilmin ihtivâ’ etdiği konuları, bütün özellikleri ve incelikleri ile anlayıp kavraması, öğrenip bilmesi, bir zarûret hâlini alır Aksi takdirde, telâfîsi mümkün olmayan hatâlara düşmesi ve düşürmesi, kaçınılmaz bir netîce olur Bu büyük tehlikeye işâret için olsa gerekdir ki -Hammâd ibn -i Ebî Süleymân’ın rivâyetine göre - büyük Sahâbî Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd radıye’llâhü anh , talebelerine yaptığı vasiyetlerinde şöyle buyurmaktadır: “Kardeşlerim, ilim ortadan kalkmadan ilim tahsîline ehemmiyet veriniz İlmin ortadan kalkması, tabii ehl -i ilmin ölümü iledir Sizden hiçbiriniz, kendisine ne zaman mürâceat edileceğini ta’yîn edemez Fakat yakında bir sınıf insanlar ile karşılaşırsınız ki onlar, sizi, Kitâbü’llâh’a da’vet etdiklerini iddia ederler Halbuki bu ehl -i bid’at, Akâid -i Hayriyye Tercemesi, ss 9 Mehmed Vehbi “Bu Hadîs -i şerîfi, Hâkim, Müstedrek’inde rivâtet etmişdir” Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi C 11 ss 64- 65 Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 12 Kitâbü’llâh’ı arkalarına atdıklarını fark edemezler Böyle dalâlet zamânında, ilmin sâye -i irşâdına sığınmanızı tavsiye ederim Bid’at iltizam etmekden (bid’at olan şey’leri lüzumlu görerek yapmakdan), kelâmî tekellüfden (hakîkatleri ikinci plâna atarak gösterişli konuşmalar yapmakdan), felsefî teammukdan (felsefî fikirler içerisine dalarak yeni yeni şey’ler ortaya koymakdan) sakınınız Dînimizin safvet-i asliyyesin i (saf ve temiz hâlini) muhâfaza etmeye çalışınız” 3 Kezâ, Abdu’r -Rahmân ibn -i Yezîd radıye’llâhü anh ’ın rivâyet etdiği, َ ا ِ ْ � ْ ق ِ تا َ ص سلا ِ � ُ د �ن ْ ف َا ِ ة ْ ا َ ن ِ م ُ ل َ ض ِ � ِ دا َ ه ِ ت ْ ج ْ لا ِ � ِ ب ِ ة َ ع ْ د “Sünnet’de iktisâd (Sünnet’in hakkını gereği g ibi yerine getirerek ifrât ve tefrîtde bulunmamak), bid’atde ictihâddan daha efdaldir” hakîmâne sözleri de, bu cümledendir 4 Aynı şekilde -doğrudan ilgili olmamakla berâber - büyük müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır merhûm da, “Hak Dîni Kur’ân Dili Türkçe Tefsir” adlı eserinin baş tarafında (C 1 ss 8 de), -aynı konuya işâretle - şöyle demektedir: “Memleketimizde Kur’ân -ı Kerîm tercemesi nâmiyle şöyle böyle ba’zı neşriyat görüldü Öyle ki içlerinde aslından değil de yabancı tercemanla rdan terceme edilenler bulundu Gerçi bunu yapanların maksatları ne olduğunu Allâh bilir Şu kadar ki zâhire nazaran en büyük sâik (bu hâle sürükleyip sevk eden sebeb), hissedilen bir ihtiyâcı vesîle edinerek ba’zı kitâbcıların ticâret sevdâsına düşmüş olmaları görülüyor Bu da bilerek bilmeyerek, َ و ِ ل َ ن �ي َ ز َ ك ِ ل َ ذ َ ك َ ك ي ِ ث ِ م ْ لا َ ن َ � ِ ك ِ ر ْ ش ُ م َ ق ْ ت ك َ ر ُ ش ْ م ِ ه ِ د َ� ْ و َا َ ل َ ا ُ ي ِ ل ْ م ُ ه ُ ؤ ْ ر ُ هو ُ د َ و ْ م ِ ل َ ي ْ ل ِ ب َ ع ا ُ وس َ ل ي ِ د ْ م ِ ه ْ ي َ ن ْ م ُ ه َ و َ ل ُ �ا َءا َ ش ْ و َ ف ا َ م ل َ ع ُ و ُ ه َ ف َ ذ ُ ه ْ ر َ ي ا َ م َ و ْ م ْ ف َ ت َ نو ُ ر “Böylece onların (bâtılı endâd edinip Allâhâ eş koşan müşriklerin ), (hem fikir olan ) ortakları, (Allâh’a eş koşan ) müşriklerden çoğuna, hem onları helâke düşürmek, hem de kendilerine karşı dinlerini karma karışık edip bozmak için, evlâtlarını öldürmeyi (doğru yoldan saptırıp dalâletde bırakmayı, hakîkatleri göremez, işitemez, anlayamaz bir hâle getirmeyi) süslü ( güzel bir şey’ imiş gibi ) gösterdi Allâh dileseydi, bunu 3 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi,C 4 ss 63 Kâmil Miras (Hammâ d ibn-i Ebî Süleymân rivâyeti) 4 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi,C 4 ss 63 Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 13 yapamazlardı O halde onları, uydurdukları (iftirâları ) ile baş başa bırak” 5 vâdisinde yürüm ek oluyordu Bu durum karşısında bize düşen görev, bu tehlikeli vâdîde yürümekden Allâhü Teâlâ’ya sığınarak O’nun hıfz -u sıyânetini, afv -ü mağfiretini, lûtf -ü inâyetini niyaz edip hem kendimize, hem de meslekdaşlarımıza, hem de din kardeşlerimize, faydalı olabilme imkânlarını araştırmakdır    Bunun içindir ki dînî eğitim ve öğretim yapan okullarda, yıllardan beri duyulan bir ihtiyâcı karşılayabilmek amacı ile “Fıkıh Usûlü İlmi” ne âit konuları, -her cihetden aczimize rağmen - birbirini ta’kîb eden küçük kitâbcıklar hâlinde hazırlamaya çalışdım Görülecek kusur ve hatâların, samîmiyyetle bildirilmesinin, rahmete vesîle olacağında şübhe yokdur Gâyemiz 5 - En’âm Sûresi, âyet 137 Bu â yet-i Kerîme’de belirtildiği gibi bir toplum içerisinde bu lunan iktidar sâhibi insanların, şeytanın ve şeytânî insanların telkin ettikleri vesvese ve kuruntulara kapılıp doğruyu yapıyoruz zannı ile inanıp tatbik etmeye çalıştıkları İslâm dışı küfür, şirk ve isyan sistemlerini, "Biz ancak islâh edicileriz" gibi bir kılıf giydirerek, akla ve hayâle gelmedik b in bir türlü desîse ve felsefeler ile idâre ettikleri halkı, İslâm yolundan ayırıp şirk , küfür ve dalâlet yollarına götürdükleri, her zaman ve her yerde görülen netîcelerdendir Aşağıdaki âyet -i kerîme, böyle mal, mülk, servet, makam ve söz sâhibi kimselerin, başında bulundukları toplumu nasıl idâre edip bâtıla yönlen dirdiklerini ve onlara İslâm dışı küfür, şirk, dalâlet ve isyân yollarını nasıl benimsetmeye çalıştıklarını, a çık bir şekilde ifâde buyurup gözlerimizin önüne bir ibret levhası olarak sermektedir : اَن ْ ل َ ع َ ج َ ك ِ ل َ ذ َ ك َ و ْ ُ م َ ر ِ با َ كَأ ة َي ْ ر َ ق � ل ُ ك ِ � ا َ هي ِ ف او ُ ر ُ ك ْ م َ ي ِ ل ا َ هي ِ م ِ ر ط َ نو ُ ر ُ ع ْ ش َي ا َ م َ و ْ م ِ ه ِ س ُ فن َ أ ِ ب � � ِ إ َ نو ُ ر ُ ك َْ � ا َ م َ و "Biz, her şehir ve kasabada, (mal, mülk, servet, makam ve söz sâhibi büyüklerini, -başında bulundukları topluma örnek olup onları hidâyet yoluna mı, yoksa dalâlet yoluna mı sevk edecekler diye- îman ve küfür arasında muhayyer bıraktık Peygamberimiz onlara doğru yolu göstermesine rağmen onların ekseriyyeti küfür ve şirk yo lunu tercih etdiler Biz de) oraların günahkârlarını, o yerlerde (rahmetimizin bir eseri olarak mühlet verip kendi amell erine kendilerinin şâhid olup bir i'tiraz haklarının bulu nmaması için) hîlekârlık etsinler (hîle ve desîdelerine devam etsinler) diye, büyük adamlar (tanınmış büyükler) yapdık (Onları imtihân etmek için onlara böyle bir imkân verdik) Halbuki onlar hîlekârlığı başkasına değil, kendilerine yaparlar da farkında olmazla r" 5 Böyle insanlar, "Biz ancak islâh edicileriz" zannına kapılıp kendi kendilerini dünyevî ve uhrevî felâketlere sürüklediklerinin farkında olmadıkl arı gibi, ِ ه ِ ر ْ م َا َ ىل َ ع ٌ ب ِ ل َاغ ُ �ا َ و "Allâh, emrinde (hâkim ve hukmünde) ğâlibdir 5 âyet- i kerîme'sinde ifâde buyurulduğu üzere Allâhü Teâlâ'nın her emrinde hâkim, hakîm ve her işinde gâlib olduğunu da düşünüp bilmezler Ha lbuki bunların hepsi, ezeldeki ruhlar âleminde Allâhü Teâlâ ile bir mukâvele yaparak ahidleşmişler ve bu inanç duygusu ile dünyâya getirilmişlerdir F I K I H U S Û L Ü 14 َ� ز َ ت َ ا ط ُ ل َ ا ِ ئ َ ف ظ ِ � � م ُا ْ ن ِ م ٌة َ ا َ ع َ ني ِ ر ِ ه َ ْ �ا َ ىل َ م ْ م ُ ه ر ُ ض َي َ� � � ا َ خ ْ ن َ ل َ ف ُ ه ْ م “Ümmetimden dâimâ hakk üzere gâlib ve zâhir, muhâliflerinden kendilerine zarar gelmez bir tâife, hiç eksik olmayacakdır” 6 hadîs -i şerîfinin ifâde etdiği “Sırât-ı Müstekîm” de yürümek isteyen din kardeşlerimize bir ışık tutmak, doğruyu ve gerçeği gösterip ona yönelmeyi hatırlatmak ve duyulan bir ihtiyâcı -bir nebzecik de olsa- gidermeye çalışarak istenilen vâdîde hep birlikde yürüyebilmekdir Fakat, ً ىد ُ ه ْ ل ِ ل ُ م � ت ِ ق َ � “O (Kur’ân, takvâ sâhibi ) müttekîler için, bir hidâyetdir (doğru yolun ta kendisidir) ” 7 َ ا � نإ ْ ك ِ ع ْ م ُ ك َ م َ ر ْ نا َ د َ ا ِ � ْ ت ُ كي َ ق ْ م “Şübhesiz ki sizin Allâh nezdinde en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır” 8 âyet -i kerîme’lerine göre, “Takvâ” olmadan; ِ م َ ك َ دا َب ِ ع � �إ ْ ن ُ م ُ ه ْ لا ْ خ ُ م َ ل ِ ص َ � “Ancak, onlardan, hâlis (ihlâs sâhibi ) kulların hâriç, (onları yollarından saptıramam Çünkü benim azdırmam onları etkilemez)” 9 âyet -i kerîme’sine göre, “İhlâs” olmadan; َا َاي ي ا ا َ ه � ل ن َ مآ َ ني ِ ذ ُ و ل ُ خ ْ دا ا ُ و � سلا ِ � ا ْ لك ِ م َ ا � ف َ� َ و ًة َ ت � ت ِ بع ُ و و ُط ُ خ ا َ ا ِ ت لا � شط ْ ي َ اإ ِ ن � ن ُ ه َ ل ُ ك ُ م � و ُ د َ ع ْ م ِ ب ٌ � “Ey îmân edenler, hep birlikde silme (İslâm’a, barışa, dünyâ ve âhiret selâmetine, birlik ve berâberliğe ) girin (Kâmil, olgun, iyi, takvâ ve ihlâs sâhibi birer müslümân olun Ayıp ve kusurlardan uzak bulunun) Şeytanın adımları ardına düşmeyin (şeytânî yollara sapmayın ) Çünkü o, sizin için ap -açık bir düşmandır” 10 âyet -i kerîme’sine göre, “Silm” e girmeden, istenilen bu vâdîde yürümek mümkün değildir Aksi ise, hüsrân ve iflâs’dır    6 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi,C 1 ss 78 Ahmed Naim 7 - Bakara Sûresi, âyet 2 8 - Hucurât Sûresi, âyet 13 9 - Hıcr Sûresi, âyet 40 ve Sâd Sûresi, âyet 83 10 -Bakara Sûresi, âyet 208 F I K I H U S Û L Ü 15 Rabb’inin istediği hakk yolda yürüyerek “Müttekî” ler gurûbundan olmayı arzu eden müslümânları -özellikle İslâm’a en çok hizmet eden müslümân Türk’leri -, bu yoldan çevirip hüsrân ve iflâsa sürüklemek sûretiyle yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, muhtelif isim ve sıfatlar altında, yıllarca hattâ asırlarca süren çalışmalarının mühim bir netîce vermediğini görünce, son çâreyi, -İslâm’ın içinde İslâm’ı yıkmakda -, diğer bir deyimle İslâm’ın usûl ( ve metot) larını kullanmak sûretiyle, - İslâm’ı bozup men sublarını bid’at, fesât ve şirk yollarına saptırmakda - bulmuşlardır Bu menfûr emellerini gerçekleştirmek için de “İslâm Hukûku Nazariyâtı” diye isimlendirdikleri “Fıkıh Usûlü ilmi” ni ve “Fıkhî Esâs” ları iyice öğrenip kavradıkdan, usûl ( ve metot) larını anladıkdan sonra, İslâm’ı ve Müslümân’ları yıkmak yoluna gitmeyi, zarûrî bir yol olarak kabûl etmişler, hattâ işin böylece daha da kolaylaşacağını ehemmiyet le belirtmişlerdir Bu çalışmaların birer mahsûlü olan aşağıdaki bir kaç cümle, bu maksatlı kimselerin amaç ve metotlarını açıkca ortaya koyup îzah etmektedir ki ibretle ve dikkâtle okunması tavsiye olunur “Gâyemiz, Türkiye’de yüksek tahsil işlerini idâre edenlere, İslâm Hukûku tedrîsâtının, yalnız kifâyetsiz bulunduğunu değil, aynı zamanda zararlı olduğunu da ihsas etmek (anlatmak) dır İslâm Hukûku ma’bedinin kapısını açacak olan anahtar, Hukûk Nazariyâtı’dır” “Bir Müslümân, ne kadar i’tikâd’ı zayıf olursa olsun, din değiştirmediği takdirde, hiç bir hâdisenin sıhhate mukârin olup olmamasına (doğru olup olmadığına) o hâdise, İslâmî’leştirilmedikden (İslâmî bir kılıf giydirilmedikden) sonra inanmaz” “Bütün hukümlerin ve istenilen şey’lerin, İslâmî’leştirilmek sûretiyle dînî temellere istinad etdirilmesi ve bunun netîcesi olarak da bu hakîkatlerin kabûlü değil aynı zamanda riâyet olunması F I K I H U S Û L Ü 16 mecbûriyyeti altına sokulması da, Muhammedî Kânûn’daki menbaların (kaynakların) çokluğu dolayısıyle güç bir mes’ele değildir” 11 ”Gerek İslâm kitlesindeki mukâvemeti kırmak, gerekse bu mukâvemetin vücûde gelmesini önlemek için, kabûlü tavsiye edilen husûsların, hiç bir vechile Muhammedî Hukûk’a muhâlefet arz etmediğini isbât etmek lâzımdır Bu da İslâm Hukûku’nu bilenler için, kolay denilecek kadar imkân dâhilinde bulunan bir keyfiyyetdir” “Böyle bir hâlin en amelî ve basit ilâcı, müslümânlara kabûl etdirilmek istenilen Avrupa kânunlarının İslâmî’leştirilmesinden ibârertdir” 12 Ne hazindir ki zamânımızdaki ba’zı melekdaşlarımızın bilerek veyâ bilmeyerek bu tehlikeli vâdiye yönelik gayret ve gafletlerini, esef ve üzüntü ile müşâhede etmekteyiz Böyle tehlikeli bir konuyu hatırlatmak bizden, takdîr meslektaşlarımızdan, huküm ise Allâh ü Teâlâ’dandır    Bu tehlikeli vâdîde yürümek istemeyen müslümânların ve meslekdaşlarımızın, “Fıkıh Usûlü İlmi” nin ihtivâ etdiği konuları ve “Fıkhî” mes’eleleri, asıl kaynaklarından en iyi bir şekilde öğrenip kavrayarak d oğru olan hakk yola yönelmeleri; َ و َ ل َ ت ْ ن َ ض ْ ر َ ع ى ْ ن ْ لا َ ك ُ دو ُ ه َ ي َ و لا َ� �ن � ت َ ِ ى َ را َ ص َ ت � ت ِ ب ِ م َ ع � ل ُ ه َ ت ْ م 11 - İslâm Hukûku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd, C 1 ss 13-15 Sava Paşa (1892 târihli Fransızca aslından Türkçe’ye çeviren, Bahâ Arıkan) Diyanet İşleri Reisliği Yayınları Sayı 43 Yeni Matbaa Ankara 1955 12 - Aynı eser, C 2 ss 6 Sava Paşa Sava Paşa, -kendi ifâdesine göre - Rum asıllı koyu bir Hıristiyandır Küçük yaştan i’tibâren İslâm İlimleri’ni öğrenmeye başlamış, en büyük ilim adamların dan İslâm’ın bütün özelliklerini öğrenmiş, buna rağmen kendisine hidâyet nasîb olmamışdır “Biz bir Hıristiyanız Fakat öyl e bir Hıristiyan ki bütün insanları seven ve herkese karşı âdil olmak isteyen bir H ıristiyan İşte bu prensipledir ki bir Hıristiyan olarak Hazreti Muhammed’in kânununu tetkik ediyoruz” (Aynı eser, C 1 ss 13) Gibi davranışları ile nüfûzunu artırmış, İkinci Abdü’ l- Hamîd zamânında bir çok önemli görevlerde bulunmuş, Osmanlı umûmî vâlisi, Hâriciye ve N âfıa nâzırı (bakanı) olmuş, daha sonra da İstanbul’dan ayrılıp Paris’e giderek son yıllarını orada geçirmiş, “İslâm Hukûku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd” adlı iki ciltlik eserini orada yazmış ve (1892) de Fransız ca olarak neşr etmişdir Eser, uzun yıllar sonra, Temyiz Mahkemesi reislerinden Bahâ Arıkan tarafından Türkçe’ye terceme edilerek (1955) yılında Diyanet İşleri Başkanl ığı tarafından bastırılmış ve ba’zı hatâlar, kitâbın sonundaki bir cetvelde gösterilmişdir Bu kitâbda -Osmanlı Devlet başkanına, aile reisine, itâat esâsdır - gibi birlik ve berâberliğin temeli olan mühim konuların dile getirilmesi ve Osmanlı düşm anlarının dikkâtine sunulması, k anaatimizce, Osmanlı devlet otoritesinin yıkılmasında büyü k rol oynamışdır F I K I H U S Û L Ü 17 “Ne Yahûdî’ler, ne Hıristiyan’lar, -sen onların dînine (milletine ) uyuncaya kadar - aslâ senden hoşnud olmazlar” 13 âyet -i kerîmesi gibi âyet -i kerîmelerin ve hadîs -i şerîflerin ifâde etdiği hakîkatlere kulak verip böyle maksatlı kimselerin ortaya koyduğu usûl ( ve metot) ları benimsememeleri ; َ و َ ك ِ ل َ ن �ي َ ز َ ك ِ ل َ ذ َ ك ي ِ ث ِ م ْ لا َ ن ُ م ْ ش َ � ِ ك ِ ر َ ق ْ ت َ ا َ ل ْ و ِ ه ِ د َ� ُ ش ْ م ك َ ر َ ا ِ ل ْ م ُ ه ُ ؤ ُ ي ْ رد ُ و ُ ه َ و ْ م َ ي ِ ل ْ ل ِ بس ُ و َ ع ا َ ل ِ ه ْ ي ْ م ي ِ د َ ن ْ م ُ ه َ و َ ل ُ ُ ُ�ا َءا َ ش ْ و َ ف ا َ م ل َ ع ُ و ُ ه َ ف ْ م ُ ه ْ ر َ ذ َ و َ ي ا َ م ْ ف َ ت َ نو ُ ر “Böylece, onların (bâtılı endâd edinip Allâh’a eş koşan müşriklerin ) (hem fikir olan ) ortakları , (Allâh’a eş koşan ) müşriklerden çoğuna, hem onları helâke düşürmek, hem de kendilerine karşı dinlerini karma karışık edip bozmak için, evlâtlarını öldürmeyi (doğru yoldan saptırıp dalâletde bırakmayı, hakîkatleri göremez, işitemez, anlayamaz bir hâle getirmeyi ) süslü ( güzel bir şey’ imiş gibi ) gösterdi Allâh diles eydi, bunu yapamazlardı O halde onları, uydurdukları (iftirâları) ile baş başa bırak” 14 âyet -i kerîmesinin ifâde etdiği tehlikeli vâdide yürümemeye çalışmaları ; bi’l-akis takvâ ve ihlâsı emr eden âyet -i kerîmeler ile, َ � َ ت ز َ ا ُ ل ط َ ا ِ ئ َ ف ِ م � ة ظ ِ � � م ُا ْ ن َ ا َ ع َ ني ِ ر ِ ه َ ْ �ا َ ىل ا َ خ ْ ن َ م ْ م ُ ه ر ُ ض َي َ� � � َ ل َ ف ُ ه ْ م “Ümmetimden dâimâ hakk üzere gâlib ve zâhir, muhâliflerinden kendilerine zarar gelmez bir tâife (bir topluluk), hiç eksik olmayacakdır” 15 hadîs -i şerîfinin ifâde etdiği ha kk yolda (Ehl-i Sünnet ve Cemâat yolunda ) yürüyüp gayret göstermeleri, daha isâb etli bir yol olur kanaatindeyiz Bu bakımdan asırlardan beri bütün müslümânların teveccühlerini kazanmış olan muhterem müctehidlerimizin gösterdiği yoldan gitmek, onları rahmet ve mağfiret ile anmak, maksatlı kimselerin hevâ ve hev eslerine kapılmamak, en başta gelen şiârımız olmalıdır 13 - Bakara Sûresi, âyet 120 14 - En’am Sûresi, âyet 137 15 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 1 ss 78 Ahmed Naim Buhârî, İ’tisam 10 Tevhîd 29 Menâkıb 28 ve Müslim, Îmân 2 47 F I K I H U S Û L Ü 18 Çünkü, ِ ن ُ ود ُب ْ ع َ ي ِ ل � � ِ ا َ س ْن ِ � ْا َ و � ن ِ ْ �ا ُ ت ْ ق َل َ خ ا َ م َ و "Ben cinleri de, insanları da (başka bir hıkmetle değil) ancak ( benim varlığımı, birliğimi ve noksan sıfatlardan münezzeh olup kemâl sıfatları ile muttasıf olduğumu bilsinler de) bana ibâdet (ve kulluk) etsinler (beni tanısınlar, bilsinler) diye yaratdım" 16 âyet- i kerîme’sine göre, Yaratılışın gâyesi, ezeldeki Ma’rifetü’llâh duygusunu, ( Allâhü Teâlâ’yı bilme , O’nun varlığına ve birliğine inanma ve O’nu noksan sıfatlardam münezzeh kılıp kemâl sıfatları ile muttasıf kılma inancını ) yeniden tâzeleyip O’na kulluk ve ibâdet yapmakdır    Bu çalışmalarımızın nihâî bir gâyesi olan Rızâ -i Bârî’den ve ُ �ا ِ د ِ ر ُي ْ ن َ م ِ ب ِ ه ْ ي َ خ ً ا ُ ي َ ف � ق ِ ني � دلا ِ � ُه ْ ه “Allâhü Teâlâ, bir kimsenin hayrini dilerse, onu dinde fakih yapar (anlayışlı ve bilinçli kılar)” 17 hadîs -i şerîfinin ifâde buyurduğu hakîkatden nasîb -dâr olabilmek için, İslâm’ın esâslarını, müctehidlerimizin ve onların yolundan giden ilim adamlarımızın kıymetli eserlerinden -Şâri’in murâdına uygun bir şekilde - okumaya ve okutmaya çalışan din kardeşlerimize hayırlı başarılar diler, her hâlimizde takvâ ve ihlâs sâhibi bir müslümân olmaya çalışarak yaptığımız ve yapacağımız hatâlardan Allâhü Teâlâ’ya sığınır, bu çalışmalarımızın -afv- ü mağfirete vesîle olması ümîdi ile - hakka uygun bir şekilde tamamlanmasını, kerem ve inâyetinden ni yaz ederiz Tevfîk ve hidâyet, yalnız ve yalnız Allâhü Teâlâ’dandır Ali Celâleddin Karakılıç 12 -Şubat -1982 Talas    16 -Zâriyât, 56 17 - Buhârî, Kitâbü'l -ilm, Cüz’ I ss 28 Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 1 ss 77 (64 nolu hadîs-i şerîf ve îzâhı ) Ahmed Naim Sahîh -i Müslim Tercemesi ve Şerhi, C 5 ss 437 (98 ve 1037 nolu hâdîs-i şerîf ve îzâhı ) Ahmed Davudoğlu ” F I K I H U S Û L Ü 19 B İ R İ N C İ B Ö L Ü M ِ ب ْ س ِ م لا � ل ِ ه � رلا َ ْ ْ ِ ن � رلا ِ ِ ِ مي Bi ’smi ’llâhi’ r-Rahmâni’ r-Rahîm Rahmâm ve Rahîm olan Allâh’ın adıyle B İ R İ N C İ B Ö L Ü M FıkıhUsûlu İlmi’ nin meydana gelmesi İslâm âlimleri, İslâm şerîat ve hukûkunun ne gibi esâslara istinâd etdiğini, İslâm hukûkuna teallûk eden kânûnların ve nizamnâmelerin ne gibi esâslara dayandığını, ne gibi hakîkatler ifâde etdiğini, bunların ilmî bir şekilde nasıl incelendiğini ve hukûk fikrinin nasıl te’ mîn edileceğini gösterip îzah etmek için “Fıkıh Usûlü İlmi” denilen bir ilim ihdas etmişlerdir Batılıların “Metot İlmi” dedikleri bu ilim, fıkıh ilminin incelenmesinde, İslâm hukûkunun anlaşılmasında en büyük rolü oynar Bu bakımdan, fıkıh ilminin esâsını ve temelini teşkil eden bu ilmin husûsiyyetlerini, inceliklerini ve ihtivâ etdiği bahisleri ayrı ayrı inceleyip tetkîk etmek îcâb eder Bu ilimde zikr edilen husûsları, her din adamı mutlakâ bilmeli ve öğrenmelidir Çünkü, Allâhü Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ona göre öğrenip kavrayacak, ona göre müdâfaa edecek, ona göre telkînatda bulunacakdır Aksi takdirde telâfîsi mümkün olmayan hatâlara düşmesi ve düşürmesi kuvvetle muhtemeldir Fıkıh Usûlü İlmi’nin anlamı Özet olarak ( ِ ع ْ ل ِ ِ ُ م ْ ك ق ُ ِ ِ ة َ م ُ و ِ � ْ ا ِ � � ي ِ م� ْ س ِ ة : İslâm Hukûku’nun Hıkmeti İlmi ) anlamına gelen ( ِ ع ْ ل ُ م ُ ا ُ ص ِ لو ا ْ ل ِ ف ْ ق ِ ه : Fıkıh Usûlü İlmi ) ibâresi, aslında bir isim tamlaması ( izâfet terkîbi) olup üç kelimeden meydana gelmişdir “İlim” kelimesini hâriç bırakırsak iki kelimeden meydana gelen bir terkîb ve müfret bir lâfız hâlinde mevzû’ olduğu ilmin has F I K I H U S Û L Ü 20 ismi (alemi ) olur Bu bakımdan evvelâ bu kelimelerin ifâde etdikleri ma’nâları açıklayıp îzah etmek gerekdir “ ُ ه ْ ق ِ ف ْل َا : El -Fıkh” kelimesinin lügat ve istılâh ma’nâsı El-Fıkh: Lügatde, bilmek, anlamak, bir şey’ i iz’an ve fetânet ile şuurlu bir şekilde tasdîk edip idrâk etmek, bir şey’in künhüne vâkıf olmak, bir şey’ i bilmek ve fehm etmek ma ’nâlarınadır 18 ِ ل ا َ م َف َ ه َ � ُ ؤ ِ ء َ نو ُ دا َ ك َي َ� ِ م ْ و َ ق ْلا َ ق ْ ف َي ثي ِ د َ ِ َ نو ُ ه ً ا “Onlara, o kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar” 19 ِ سن ِ لا َ و � ن ِ ْ �ا َ ن ِ م ًاي ِ ث َ ك َ م�ن َ ه َِ � ا َن ْا َ ر َذ ْ د َ ق َل َ و ز ا َ ِ � َ نو ُ ه َ ق ْ ف َي َ� ٌ بو ُل ُ ق ْ م َُ � ز َ نو ُ ر ِ ص ْ ب ُي َ� ٌُ � ْ عَأ ْ م َُ � َ و َ ِ �ا ز ا َ ِ � َ نو ُ ع َ م ْ س َي َ� ٌ نا َ ذآ ْ م َُ � َ و ط ل َ ضَأ ْ م ُ ه ْ ل َب ِ ما َ ع ْ ن َ�ا َ ك َ ك ِ ئ َلو ُا ط َ ل ْ وُأ َ نو ُل ِ فا َغ ْلا ُ م ُ ه َ ك ِ ئ “And o lsun ki biz cin ve ins ’den (cinlerden ve insanlardan) bir çoğunu (kendi istekleri doğrultusunda) cehennem için yaratmışızdır Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler Gözleri vardır, bunlarla görmezler Kulakları vardır, bunlarla işitmezler Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidirler Hattâ daha sapıktırlar Onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridir” 20 âyet -i kerimeleri ile; ُ �ا ِ د ِ ر ُي ْ ن َ م ِ ب ُ ي ًا ْ ي َ خ ِ ه َ ف � ق ِ ني � دلا ِ � ُه ْ ه “Allâhü Teâlâ, bir kimsenin hayrini dilerse, onu dinde fakih yapar (anlayışlı ve bilinçli kılar)” 21 hadîs -i şerîfinde geçen “ َ ا ْ ل ِ ف ْ ق ُ ه :El -Fıkh” lâfızları, bu anlamları ifâde etmektedir Bundan dolayı, şerîati bilmek ve anlamak ma’nâsına tahsîs edilerek İslâm Şerîat ve Hukûku’na, İslâm ulemâsınca “Fıkıh” denilmiş, bu husûsları bu şekilde tasdîk edip bilen ve anlayan kimseye de “Fakih ” ismi verilmişdir ki cem’ i (çoğulu ) “Fukahâ’ ” dır 18 -Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 13 Ömer Nasûhi Bilmen 19 - Nisâ' Sûresi, âyet 78 20 - A'râf Sûresi, âyet 179 21 - Buhârî, Kitâbü'l -ilm, Cüz' 1 ss 28 Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 1 ss 77 (64 nolu hadis- i şerif ve îzâhı) Ahmed Naim Sahîh -i Müslim Tercemesi ve Şerhi, C 5 ss 437 (98 -1037 nolu hadîs -i şerif ve şerhi) Ahmed Davudoğlu F I K I H U S Û L Ü 21 İstılâhda ise, iki görüş vardır Bunlardan birisi Hanafî imâmlarının görüşüdür ki bu husûsu, İmâm A’ zam rahmetü’llâhi aleyh, َ ا ْ ل ِ ف ْ ق ِ ر ْ ع َ م ُه َ فلا ُ ة �ن ْ ف ِ س َ � ا َ م َ ا َ ع ا َ م َ و َ ل ْ ي ا َ ه “Fıkıh , insanın, kendi lehinde ve aleyhinde olan şer’î hukümleri bilmesidir ” 22 şeklinde ta’rîf etmiş ve bu şekildeki ta’rîfi ile de, i’tikâdiyyâta teallûk eden Kelâm ilmini, vicdâniyyete teallûk eden Ahlâk ve Tasavvuf ilimlerini, fıkhın konuları içine dâhil etmek istemişdir Daha sonra gelen Hanefî fakihleri, bu ta’rîfe ( َ ع ً � َ م : amelen : amel yönünden) kaydını veyâ ( ِ م ْ ن ِ ج َ ه ْ ا ِ ة َ م َ علل : min cihe ti’l-amel : amel ciheti ile ) kaydını ilâve ederek fıkhı, َ ا ْ ل ِ ف ْ ق ِ ر ْ ع َ م ُه َ فلا ُ ة �ن ا َ م ِ س ْ ف َ َ � َ ع ا َ م َ و ا َ ل ْ وَأ ً� َ م َ ع ا َ ه ْ ي ِ م ِ ج ْ ن ِ ة َ ه ْ لا ِ ل َ م َ ع “Fıkıh, insanın -amel ciheti ile- kendi lehinde ve aleyhinde olan (şer’î) hukümleri bilmesidir ” diye ta ’rîf etmişlerdir Böyle bir kaydı koymak sûretiyle de, Kelâm, Ahlâk ve Tasavvuf ilimlerini, fıkhın konusu içerisinden çıkarmışlardır Bu esâsa istinâ en de - Hicrî (1285 -1293) târihleri arasında bir hey’ et tarafından - hazırlanan “Mecelle ” nin ilk maddesi de, aynı görüşler altında mütâlea edilerek fıkhın ta’rîfine tahsîs edilmiş ve “İlm -i fıkıh , mesâil -i şer’ iyye-i ameliyye ’yi bilmekdir ”,23 şeklinde ta’rîf edilmişdir    Diğeri de Şâfiî imâmlarının görüşüdür ki bunlar da Hanefî imâmlarının ta’rîfine ( ِ دأ ْ ن ِ م � ل ِ ت لا ا َ ه � ت ْ ف ِ لي ِ ص � ي ِ ة : min edilletihe ’t- tafsîliyyeti : tafsîlî delîllerinden ) kaydını ilâve etmek sûretiyle Fıkıh Usûlü İlmi’ni, fıkhın mevzûu içerisinden çıkararak fıkhı, َ ا ْ ل ِ ف ْ ق ُ ة َف ِ ر ْ ع َ م ُه �نلا ْ ف ً� َ م َ ع ا َ ه ْ ي َل َ ع ا َ م َ و ا ََ �ا َ م ِ س ِ م ِ د َا ْ ن � ل لا ا َ ه ِ ت � ت ِ ة �ي ِ لي ِ ص ْ ف “Fıkıh, insanın, amel ciheti ile kendi lehinde ve aleyhin de olan (şer’î) hukümleri, (ameliyyâta âit, ya’nî ibâdât, ukûbât ve muâmelâta 22 - Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 11 Büyük Haydar Efendi 23 -Mecelle, (Mecelle- i Ahkâm-ı Adliyye) ss 30 F I K I H U S Û L Ü 22 âit şer’î mes’eleleri) tafsîlî delîlleri ile (mufassal delîller i ile) bilmekdir ”24 şeklinde, ta’rîf etmişlerdir Bu ta ’rîflerdeki bilmek, ale’ l-âde bir bilmek değil, şer’î hukümleri ve cüz’î mes’eleleri, teemmül ( iyice ve etraflıca düşünme), re’y ve ictihâd sûretiyle bilmek, delîllerinden istinbât ve istihrâc melekesine sâhib olarak bilmekdir Bu bakımdan böyle bir melekeye, delîllerinden istinbât ve istihrâc kuvvesine sâhib olan kimseye Fakih denilmişdir 25 Her iki ta ’rîfde de, i’tikâdiyyâta ( i’tikâda, ya’ nî bir şey’in varlığına veyâ yokluğuna kalben karar verip inanmaya ) âit konulardan bahseden Kelâm ilmi ile vicdâniyyete ( vicdâna, ya’nî kalbî ve hissî olan du ygu, düşünce ve alışkanlıkların terbiyyesine ) âit konulardan bahseden Ahlâk ve Tasavvuf ilimleri , fıkhın mevzûu içinden çıkarıldığı gibi, Mîras hukûku’na âit konular da fıkhın mevzûu hâricinde bırakılmiş ve “Ferâiz ilmi” adı altında -fıkıh ile ilgili - müstakil ve ayrı bir ilim dalı olarak mütâlea edilib incelenmişdir 24 - Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhı alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 5 -6 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit 25 -Bu ta'rîflerdeki "Bilmek" kelimesinin mürâdifi (eş anlamı) olan "Ma'rifet" den maksat, "Meleke" dir ki fakih olan bir zâtın ba'zı ahkâmı bilmemesine mü nâfî (aykırı) değildir Bu husûs, icmâ' ile sâbitdir Zîrâ İmâm Mâlik rahmetü'llâhi aleyh, kendisine sorulan kırk mes'eleden otuzaltısına -kendisi tam bir ictihâd melekesine sâhib olduğu halde, o anda sorulan mes'eleleri incelememiş olmasından veyâ o mes'eleler hakkında kemâl -i ittikâsından dolayı hemen cevab vermeyi ihtiyâta muhâlif (aykırı) gördüğünden - ( َ ا � ِ ر ْ دي : Bilmiyorum) cevâbını vermişdir Aynı şekilde meşâhirden (ünlü kimselerden) Şa'bî merhûm da, kendisine sorulan bir suâle ( � ي ِ ر ْ د َا : Bilmiyorum ) diyerek ( � ِ م ْ ل ِ ع ْلا ُ ف ْ ص ِ ن ي ِ ر ْ د َا : Bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır ) cevâbını vermiş ve "Sen Irak'ın en ünlü fakîhi olduğun halde bilmiyorum demekden uta nmıyormusun? " diyenlere de "Melekler, Allâhü Teâlâ'ya ( � ِ ع ْ ل َ ل َ من َ ا ِ ا ا َ م � � َ ع � ل ْ م َ تن َ ا : Yâ Rabb'i, senin bize bildirdiğinden başka bizim bilgimiz yokdur ) demekden istihyâ etmemişler (çekinmemişler) dir" cevâbında bulunmuşdur (Bakara sûresi, âyet 32) Bu bakımdan bir kimsenin, bilmediğini bilmesi de bir ilimdir , bir hünerdir Kezâlik, Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'ın bilmesi ise, yukarıda zikr edilen melekeyi kesb etmekle (kazanmakla) değil, vahy ve ilhâm sûretiyle bu ilme vâsıl olmasındandır Aynı şekilde, tafsîlî delîllerinden istinbât ve istihrâ c melekesine sâhib olmayan mukallid bir kimsenin ilmi de, yukarıda zikr edilen meleke ve ma'rifet'd en hâricdir Çünkü müctehidlerin delîli, Kitâb, Sünnet, İcmâu'l -ümmet ve Kıyâsü'l -fukahâ’ olduğu halde, mukallid kimselerin delîli, müctehid'lerin sözleri ve ictihâdlarıdır Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 244 -245 Ömer Nasûhi Bilmen Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 9 ve 558 Büyük Haydar Efendi F I K I H U S Û L Ü 23 “ لو ُ ص ُْ � َا : El -Usûl” kelimesinin lügat ve istılâh ma’nâsı El-Usûl kelimesi, “ َ ا َ ْ � ْ ص ُ ل : El -Asl ” kelimesinin cem’i olup lügatde, maddî ve ma’nevî olan temel, esâs, râcih ve istinâdgâh ma’nâlarınadır ki delîl ve kâıde ma’n âlarında da kullanılır İstılâhda ise, fıkhın delîlleri ve fıkha mahsûs delîller ma’nâsınadır ki ahkâm ve ictihâda teallûk eder Bu bakımdan ( ْ لا ُ لو ُ ص ُ أ ِ ف ْ ق ِ ه :Fıkıh Usûlü ) isminin ma’nâsı ( َأ ِ د � ل ُ ة ْ لا ِ ف ْ ق ِ ه Fıkhın Delîlleri ) ma’nâsını ifâde etmiş olur Fakat bu ma’nâ, ahkâm ve ictihâda teallûk eden konuları, tam olarak içine almadığı için, “Fıkhın Delîlleri” yerine “Fıkıh Usûlü” ismi tercih edilmişdir “ ُ م ْ ل ِ ع ْل َا : El -Ilm” kelimesini n lügat ve istılâh ma’nâsı El-İlm : Lügatde, bilmek, anlamak ve idrâk etmek ma’nâlarınadır ki bir şey’in doğrusunu bilme ve okuyarak öğrenilen bilgi, ma’nâlarına da gelir İstılâhda ise, bir konu ile ilgili olan bahisleri ve mes’ eleleri, her yönü ile en ince teferruâtına kadar tetkîk edip doğru bir şekilde bilmek, anlamak ve öğrenmek sûretiyle elde edilen bilgi, ma’nâsınadır Fıkıh Usûlü İlmi’nin tarîfi Fıkıh Usûlü İlmi terkîbindeki kelimelerin ifâde etdiği ma’nâları biraz olsun anlad ıkdan sonra, Fıkıh Usûlü İlmi ’ni, şu sûretle ta’rîf edebiliriz: ُ ه ْ لا َ و ِ ع ْ ل ُ م ِ ب ْ ا َ � ْ ِك َ ا ِ ة �ي ِ ع ْ ر � شلا ِ م ْ لا ِ ة �ي ِ ع ْ ر َ ف ْ لا َ م َ ع ِ ل ِ دَأ ْ ن ِ م ِ ة �ي � ل لا ا َ ه ِ ت � ت ْ ف ِ ة �ي ِ لي ِ ص “Fıkıh Usûlü, fer’ıyyâta ve ameliyyâta müteallik şer’î hukümleri mufassal delîlleri ile bildiren ve muayyen kâidelerden bahseden bir ilimdir ” 26 Fukahâ ve Usûliyyûnun vaz’ etmiş ( ortaya koymuş ) olduğu esâslara göre yapılan bu ta’rîfde zikri geçen, a-(Fer’ıyye ve ameliyye) kaydı ile ef’âlü’ l-ibâd, ya’nî kulun işlerine teallûk eden dînî hukümler, kasd edilmektedir ki böyle bir kaydın konulması ile, -aslî ve i’tikâdî - hukümler, 26 -Usûlü'l -fıkh ss 6 Muhammed Ebû Zehra Muhâdarâtü fî Usûli'l -fıkhı alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 6 Bedru'l - mütevellî Abdü'l -Bâsit Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 12-14 Büyük Haydar Efendi F I K I H U S Û L Ü 24 b-(Şer’î hukümler) kaydı ile, Şâri -i Mübîn olan Cenâb -ı Hakk tarafından her mükellefe emr olunan dînî hukümler kasd edilmektedir ki böyle bir kaydın konulması ile, -hissî ve aklî - hukümler, c-(Mufassal delîlleri ile) kaydı ile de, Şerîate ve Cenâb -ı Hakk’ın emirlerine teallûk eden muayyen, müşahhas ve cüz’î delîller kasd olunmaktadır ki böyle bir kaydın konulması ile de, -icmâlî - delîll er, Fıkıh Usûlü İlmi ’nin konusundan hâriç bırakılmışdır Meselâ, ( َ ا ِ ْ � َ ْ ج ُ ا َ ِ � � İcmâ’ hakdır ) sözü, aslî hukümlerden olan bir huküm, ( ْ ع َ بلا َ و ُ ث – ْ ع َ ب َ د ا َ ل ِ ت ْ و – َ ِ � � : Ba ’s -öldükden sonra dirilme - hakdır ) sözü de, i’tikâdî hukümle rden olan bir huküm olup fer’î ve amelî hukümlerden değildir Kezâlik, ( َ ا ْ لا َ ع ُ َ � ٌ ِ دا َ ِ : Âlem hâdisdir ) cümlesi, aklî hukümlerden olan bir huküm; ( َ ا � نلا َ ُ � ُ ر � ر َ ق ٌ ة : Ateş yakıcıdır ) cümlesi de, hissî ( duyusal) hukümlerden olan bir huküm olup şer’î hukümlerden değildir Fakat ( َ ال � صل ُ ة َ و َ ف ٌ ض ْ ر : Namaz farzdır ) ve ( َ ا ْ ل َ ق ْ ت ُ ل ا َ ر َ ِ ٌ م : Katil haramdır ) sözleri, şer ’î hukümlerdendir Kezâlik, ( َ ا َ ُ � ل َ ِ �ا ُ ُ ْ لا لا َ م � ر َ ِ َ و َ ع ْ ي َ ب ا َ وب � ر : Allâh, alış -verişi -bey’i- helâl ve rib â’yı -fâizi - haram kılmışdır ) 27 âyet -i kerîmesinde belirtilen bey’ in helâl ve ribâ’nın haram oluşu, ayrı ayrı bildirilmişdir ki bunlar da bir er tafsîlî delîl olup icmâlî delîl değildir Fıkıh Usûlü İlmi’nin mevzûu (konusu) Fıkıh Usûlü İlmi’ nin mevzûu, şerîat hukümlerini isbât etmeye ve açıklamaya vâsıta olmaları cihetiyle “Şer’î Delîl’ler” dir bu münâsebetle bu ilimde, özetle şu konulardan bahs edilir: a-Bütün şer’î delîllerin ve hukümlerin ahvâlinden, b-İstinbât ve istihrâc yollarının beyânından, c-El -Edilletü’ l-Erbea ( Dört Delîl) dediğimiz Kitâb, Sünnet, İcmâu’ l-Ümmet ve Kıyâsü’ l-Fukahâ’ dan, d-Kitâb ile Sünnet’in, İcmâ’ ile Kıyâs’ın biribirleri arasıdaki husûsî ve müşterek vasıflardan -Hâss, Âmm, Müşterek ve Müevvel gibi - lâfız kânûnlarından), 27 - Bakara Sûresi, âyet 275 F I K I H U S Û L Ü 25 e-Bu dört delîlden hâric olan ve kendisine pek nâdir mürâceât edilen - İstihsân, İstishâb, Maslahatü’ l-mürsele, Örf ve Âdet, Mezhebü’ s-sahâbî, Şerâiu’ s-sâlife gibi - başka delîllerden, f-Şer’î hukümlerin mâhiyetlerinden ve -Huküm, Hâkim, Mahkûmun fîh veyâ Mahkûmun bih, Mahkûmun aleyh gibi - konuların husûsiyyetlerinden, g-Nâsih ve Mensûh’un mâhiyetlerinden, hıkmet ve kısımlarından, h-İctihâd ( İstinbât) veTaklîd’in mâhiyet ve şartlarından, i- İftâ’ ve Kazâ’ nın mâhiyet ve şartlarından, k-Hakkında nass vârid olmayan ba’zı mes’ elelerin hallinde, kendisine mürâceât edilecek kat’î esâslardan ve küllî kâidelerden, l- Muhtasar olarak da, Fıkıh Usûlü İlmi’ni alâkadar eden ba’zı fıkıh istılâhlarından Fıkıh Usûlü İlmi , bu husûsları iyice açıklayıp îzah etdikden sonra da insanı, fıkhî mes’elelerin halline, onların anlaşılmasına ve “Fıkıh İlmi” nin öğrenilmesine hazırlar Meselâ, başkasına âit bir malı, haksız yere almak ve kendisine mal etmek, İslâm Şerîati’ nde (İslâm Dîni’ nde) aslâ câiz değildir Çünkü bü huküm, و َ � َ او ْ م َا ا ُ ول ُ ك ْ أ َت َ ل َ ب ْ م ُ ك ْ ي َ ن ْ م ُ ك ِ با ْ لب َ ا ِ ل ِ ط “Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebebler ile yemeyin ” 28 âyet -i kerîmesi ile emir buyurulmuşdur İşte bu âyet -i kerîme, bu husûsda bir şer’î delîldir Bu şer’î delîl ile, başkasına âit olan bir m alı, haksız yere yemek veyâ gasb etmek men’ edilir Bu sûretle de mükellef bir kimse, bu ilâhî emir karşısında nasıl hareket edeceğini öğrenmiş bulunur Kezâlik, “ َ اي ِ قم ُ و َ ة َ ول � صلا ا : Namazı kılınız” ilâhî emri de, şer’î bir delîldir bu şer’î delîl ile de, mükellef bir kimsenin namaz kılması emr ediliyor ki bu emir, namazın vücûbuna ( farz olmasına) bir delîldir Bu ilâhî emir ile ilgili olarak vârid olan, ل َ ص ُ و َ ص ُا ِ � ُ وم ُت ْ يَأ َ ر ا َ م َ ك ا � يل 28 - Bakara Sûresi, âyet 188 F I K I H U S Û L Ü 26 “Namazı benden gördüğünüz gibi kılınız” 29 hadîs -i şerifi de, bu ilâhî emrin nasıl yapılacağına bir delîldir İşte Fıkıh Usûlü İlmi, mükellefin işlerine teallûk eden bu gibi dellîllerden de bahs ederek bunları kendi konularının içinde bulundurur Fıkıh Usûlü İlmi’nin ihtivâ etdiği usûl ve kâideler, yalnız bunlardan ibâret değildir Yalnız şer’î delîllere tahsîs edilmekle kalmazlar Beşerin bütün andlaşmalarına, kânûnlarına ve düsturlarına da tatbîki mümkündür Bu sebeble insanda “Hakk ve Hukûk” denilen fikir gelişip inkişaf etmiş ve hukûka âit bilgileri ilmî bir mâhiy et kazanmış olur Kânûnları, nizamları ve düsturları hazırlarken de bu ilimden son derece büyük faydalar sağlamış bulunur Son asırlarda Batılıların, ilimleri tam ve doğru bir şekilde inceleyip tetkîk etmek için “Metodoloji : Metot İlmi ” nâmı altında vücûde getirdikleri tetkîk ve tenkîd ilmi, asırlarca önce İslâm âleminde, İslâm âlimleri tarafından te’sîs edilmiş bir ilim dalıdır İlk defâ “Fıkıh Usûlü İlmi” ismi altında vücûde getirmiş oldukları bu ilim, Batılıların son zamanlarda meydana getirmiş oldukları “Metot İlmi” nin aynıdır Hattâ Batılıların son zamanlarda te’sîs etmiş oldukları bu “Metot İlmi” nin esâsını, İslâm âlemindeki usûl ilimlerinden aldıklarını ve onlardan istifâde ederek meydana getirmiş olduklarını söylesek hatâ etmiş olmayız Çünkü onlardan evvel, İslâm âlimleri, İslâm âleminde bu ilmi te ’sîs ve tedvîn etmişlerdir Aynı zamanda bu gün dahî Batılıların büyük bir hayranlıkla takdîr etdikleri ( ِ ع ْ ل ُ م ِ لو ُ صُأ َ ْ �ا ِ د ِ ثي : Hadîs Usûlü İlmi ) ve bu ilmin ortaya koymuş olduğu “Hadîs Kıritiği” de, bu vaziyeti gâyet iyi açıklayıp isbât eder Bunlardan başka ( ِ ع ْ ل لا ِ لو ُ صُأ ُ م � ت ْ ف ِ س ِ ي : Tefsîr Usûlü İlmi ) ve ( ِ ع ْ ل ُ م ُأ ِ لو ُ ص ْ لا ُ ق َأ ْ ر ِ ن : Kur ’ân Usulü İlmi ) gibi diğer usûl ilimleri de aynı mâhiyetde olup - daha evvel- İslâm âleminde vücûde getirilmiş birer metot ilimleridir Bunun için -başta Fıkıh Usûlü İlmi olmak üzere - İslâmiyyetdeki bu usûl ilimlerinden, hiç bir ilim, bi’ l-hâssa Hukûk İlmi, hiç bir zaman müstağnî kalamaz ve kalması da düşünülemez    29 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i sarih Tercemesi, C 2 ss 592 593 645 700 869 ve 892 Ahmed Naim F I K I H U S Û L Ü 27 Fıkıh Usûlü İlmi’nin gâyesi (fâidesi ) Fıkıh Usûlü İlmi’nin gâyesi, Şer’î Huküm’leri ( Ahkâmu’ş - Şer’ iyye’yi ) bilmek ve bildirmekdir Bu bakımdan şer’î hukümlerin delîllerinden bahsetmesi cihetiyle, şer’î hukümlerin hıkmet ve sebeblerini mümkün olduğu kadar îzah edip açıklar Bunları, beşerin anlamasına yardım eder ve mûcebi ( îcâb etdirdiği şey’) ile amel eden insanın dünyevî ve uhrevî seâdete ermesine vesîle olur Çünkü gideceği ve ta’kîb edeceği yolları açık bir şekilde îzah edip göstermeye çalışır Bundan başka şer’î hukümlerin ne şekilde istinbât ve istihrâc edileceğini göstererek müctehidlerin nasıl çalışacağını ve ne şekilde hare ket edeceğini açıklar Bu münâsebetle de bize, müctehidlerimizin çalışma tarzlarını, şer’î mes’elelerde ne gibi delîllere dayandıklarını ve aralarındaki münâkaşaların nasıl cereyan etdiğini gösterir Bunun netîcesi olarak da, İslâm Şerîat ve Hukûku’ nun ne kadar yüksek ve muntazam esâslara müstenid bulunduğunu, tecellî etdirmiş olur Fıkıh Usûlü İlmi ile Fıkıh arasındaki fark Fıkıh Usûlü İlmi , fer’iyyâta ve ameliyyâta teallûk eden şer’ î hukümleri ( ya’nî mükellefin pratik hayâtına ilişkin dînî hukümleri ), mufassal delîlleri ile bildiren ve muayyen kâıdelerden bahseden bir ilim olması hasebiyle, her şeyden önce bir kavâid ( kâideler, kurallar) ve metot ilmidir Bu bakımdan İslâm Fıkhı’nın iyice anlaşılıp doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için lâzım gelen umûmî kâıdelerden bahseder Çeşitli fer’î mes’elelerin ve şer’î hukümlerin, -Kitâb, Sünnet, İcmâu’ l- Ümmet, Kıyâsü’ l-Fukahâ’ ve Diğer Delîl’ ler gibi- tafsîlî delîllerinden nasıl istinbât ve istihrâc edileceğinin yollarını, usûllerini, ölçülerini, kâıde ve esâslarını verir Bunun netîcesi olarak da, şer’î hukümlerin hıkmet ve sebeblerini -mümkün olduğu kadar - îzah edip açıklar Fıkıh İlmi ise, fer’iyyâta ve ameliyyâta teallûk eden şer’ î hukümlerin bi’ z-zât kendisinden bahseder Onları konularına gö re tasnif edip açıklar ve mükellef bir kimsenin bunlar karşısında nasıl haraket edeceğini gösterip îzah eder Meselâ, namaz, oruc, hacc, zekât gibi ibâdetlerin; içki, kumar, zinâ gibi fiillerin; vâcib ( farz) veyâ haram oluşlarını, tafsîlî delîllerind en istinbât ve istihrâc edip ortaya koymak, bunların hıkmet ve sebeblerini bildirmek, Fıkıh Usûlü İlmi’nin konusudur Fakat bunların farz veyâ vâcib, haram veyâ helâl oluşlarını, nasıl yapılacaklarını, bunları yapan F I K I H U S Û L Ü 28 veyâ yapmayan bir kimsenin haldeki ve istikbaldeki dünyevî ve uhrevî âkıbetlerinin nasıl olacağını bildirmek gibi dînî hukümler de, Fıkıh İlmi’ nin konusudur Aynen felsefî ilimleri öğrenip anlamak için, önce Mantık İlmi’nin öğrenilmesi gibi    Fıkıh İlmi Târihi’nin mâhiyeti ve fâidesi “ َ ات ِ ر ُ خي لا � ت ْ ش ِ ر عي :Târîhu’ t-Teşrî’ : İslâm Hukûku Târihi” ismi verilen ve İslâm Fıkhı’nın bir çok özelliklerinden bahseden İslâm Hukûku Târihi ( veyâ Fıkıh Târihi), Hukûk İlmi’nin, Peygamberimizin ve Ashâbının zamânından i’tibâren nasıl teessüs ve inkişaf etdiğini, nasıl müdevven bir hâl aldığını ( bir araya getirilip düzenli bir şekilde incelendiğini ) ve bu günkü durumuna nasıl ulaştığını gösterir İslâm müctehid ve fakihlerinin, İslâm esâslarını tesbit husûsunda, nasıl gayret e tdiklerini ve nasıl muvaffak olduklarını açıklayıp îzah eder 30 Ayrıca Fıkhî mezheblerin nasıl teessüs ve intişâr etdiğini ve bunların nasıl kurulmuş olduklarını anlatıp îzah etmesi sebebiyle de, Müslümânların, ilim, irfan, hakk, hukûk, adâlet ve diyânet sâh âlarındaki büyük fedâkârlıklara nasıl katlandıklarını, nasıl hizmetlerde bulunduklarını açıklar Bunun netîcesi olarak da -vahiy ve vahye dayanan ilham gibi- sağlam temellere oturtulmuş olan İslâm Hukûku’nun, ulviyyet ve mükemmelliğini tebârüz etdirmiş ( ortaya koymuş ) olur Fıkıh Usûlü İlmi’nin doğuşu (târihçesi) Fikıh İlmi ile birlikde gelişip müdevven bir hâle gelmeye başlayan Fıkıh Usûlü İlmi ’nin târihçesini, -daha iyi anlayabilmek için - bir kaç devre ayırarak o devirlerin özelliklerine göre incelemek, o devirleri kendi özellikleri ile birlikde gözden geçirmek, Fıkıh Usûlü İlmi’ nin nasıl doğduğunu, nasıl gelişip bu günkü hâlini aldığını daha iyi gösterir a- Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm devri Şâri -i Mübîn olan Cenâb -ı Hakk’ın ilâhî kânûnlarını, şer’ î hukümlerini, emir ve nehiylerini, ilk def’a insanlara bildiren ve bunları beşeriyyete teblîğ etmeye ( bildirmeye) me’mûr bulunan Hazreti 30 - Ashâb -ı Kirâm ve Tâbiîn -i Izâm zamânında, fıkhî mes'elelere vâkıf olan kimselere "Kurrâ' " denirdi Bi'l- âhare bunlara “Fakîh”, çoğul olarak “Fukahâ' ” ismi verilmişdir ki Fıkıh İlmi'nin bu günkü tarzda teessüsü, bu fakihler zamânında olmuşdur F I K I H U S Û L Ü 29 Muhammed aleyhi’s- selâm, mazhar olduğu vahy ve ilhâm sâyesinde Allâhü Teâlâ’dan almış olduğu bu dînî hukümleri, tam ve noksansız olarak Ashâb -ı Kirâm’ına teblîğ etmiş ve kudsî hayâtının son günlerine yakın bir zamâna kadar devam ederek bu ulvî vazîfesini ikmâl etmiş ( tamamlamış ) dır َ ا ْ ل َ ي ْ و َ ا َ م ْ ك َ م ْ ل َ ل ُ ت َ ا َ و ْ م ُ ك َني ِ د ْ م ُ ك َ ْ ت َ ع ُ ت ْ م َ ل ْ ي ُ ك َ م ْ ع ِ ن ْ م ِ ض َ ر َ و ِ � َ ل ُ تي ًاني ِ د َ م� ْ س ِ � ْا ُ م ُ ك “Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’ metimi tamamladım ve size dîn olarak Müslümânlığı beğenip seçdim ve ondan (ve onun îcablarını yerine getirenlerden) râzı oldum” 31 âyet -i kerîmesi, bunun en büyük ve en eçık bir delîlidir Bu âyet -i kerîmenin nüzûlü ile, artık İslâm Şerîati’ nin ( Müslümânlığın ) kemâl mertebesine erdiği, bütün dînî hukümlerin tamamlanmış olduğu ve Rasûlü’llâh sallâ’llâhü aleyhi ve sellem’in ulvî vazîfesini ikmâl etmiş bulunduğu bildirilip tebşîr edilmişdir Bu âyet -i kerîmenin nüzûlünden sonra Ahkâmu’ş -Şer’ iyye ’ye ( Şer’î Huküm’lere ) ne bir huküm ilâve edilmiş, ne de bir huküm neshe ve tebdîle uğramışdır Bu bakımdan bu âyet -i kerîme, en son nâzil olan ah kâm âyeti olmuşdur Bunun için İslâm Şerîati’ nin (İslâm Dînî’ nin) -mecâzî ma’nâda - ikinci bir Şârii ve muazzam bir Nâşiri olan Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm, Cenâb -ı Hakk’ın vahy ve ilhâmına mazhâr olması sebebi ile, şübhesiz, bütün dînî hukümlere muttali’ olup onları gâyet iyi bilirdi Bu bakımdan Şer’î hukümler karşısında hiç bir güçlüğe ma ’rûz kalmamış, onları îcâb etdiği şekilde açıklayıp îzah ederek teblîğ etmişdir Bunun için de Fıkıh ve Fıkıh Usûlu ilimlerinin ayrı ayrı bir ilim olarak incele nip bilinmesine ihtiyaç duyulmamışdır b- Sahâbe devri Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın huzûrunda bulunup dâimâ O ’nunla berâber olan ve O’nun ulvî huzûrundan feyz alan Ashâb -ı Kirâm da, şübhe yok ki O’nun gibi, şer’î delîllerin ve hukümlerin en derin inceliklerine vâkıf olup en yüksek bir selâhiyyet ihtisâsına mâlik 31 - Mâide Sûresi, âyet 3 Bu âyet -i kerîme, Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'ın Vedâ' Haccı'nda, Cum'a gününe rastlayan arafe günü Arafat'da, Cebelü'r -Rahme'nin alt tarafındaki Mevkîf'de bulunduğu bir sırada - öğleden sonra vakfe yapıp henüz vakfe'den ayrılmadan ve güneş batmadan önce- nâzil olmuşdur Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm, bu günden sonra seksenbir veyâ sekseniki gün yaşamışdır ki bu husûsda ulemânın ittifâkı vardır F I K I H U S Û L Ü 30 idiler Bunun için Ashâb -ı Kirâm da, şer’î hukümleri halletmekde hiç bir güçlüğe ma’rûz kalmamışlardır Şâyet böyle bir şey’ vâki’ olmuş olsa bile, Kur ’ân ve Sünnet’i gâyet iyi bildikleri için, o mes’ eleyi ictihâd ile halletmekde, ona göre fetvâ vermekde bir güçlük çekmemişlerdir Meselâ, Ebû Bekri’ s-Sıddîk, Ömeru’ l-Fârûk, Osmânu zi’ n-Nurayn, Aliyyu ’l- Mürtezâ, Abdü’ r-Rahmân ibn -i Avf, Muâz ibn -i Cebel, Ammâr ibn -i Yâsir, Huzey fe ibn-i Yemân, Zeyd ibn -i Sâbit, Ebu’ d-Derdâ, Ebû Mûse’ l- Eş ’arî, Ubâde ibn -i Sâmit ve Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd radıye’llâhü anhüm gibi zevât, Ashâb -ı Kirâm arasında bulunan, istinbât ve ictihâd kâbiliyyetini hâiz en büyük müctehîd ve fakîhlerdendir Meselâ, bunlardan Hazreti Ali radıye’llâhü anh ve kerreme’llâhü veche ’ye, şârib’ in (şarabdan başka içki içen bir kimsenin ) cezâsının ne olduğu sorulunca , ا � ن ذ ِ ا ُه َ ا ذ ِ ا َ و ى َ ذ َ ه َ ب ِ ر َ ش َ ا ى َ ذ َ ه َ ق َ ف َ ذ َ ف َ ي ِ ج د َ ِ ُ ب ْ لا َ ق ِ ف ْ ذ “O içki içtiği (şarab içtiği) zaman saçmalar (herzeler) Saçmaladığı zaman da başkasına zinâ iftirâsında bulunur Bunun için de kendisine Haddü’l-Kazf tatbik olunur Binâen -aleyh ona da (şarabdan başka içki içip aynı hâle gelen kimseye de) Haddü’ l-Kazf, tatbik etmek vâcib olur 32 cevâbını vermiş, Abdu ’llâh ibn-i Mes’ûd radıye’llâhü anh ’a da, kocası ölen hâmile bir kadının iddet müddetinin ne olduğu sor ulunca, ِ إ � د ِ ع � ن َ تا َ ه ِ ب ا ِ ع ْ ض َ و َ ْ � ِ ل ْ م “Onun iddet müddeti, doğum yapması ile sona erer” cevâbını vermiş ve bunu da şu âyet -i kerîme’den istidlâl etmişdir: 32 - Usûlü'l -Fıkh, Muhammed Ebû Zehra, ss 11 Haddü'l -Kazf: Dâr-i İslâm'da ya'nî adâletin icrâ edildiği bir İslâm memleke tinde, mükellef (âkil ve bâliğ), hür, müslim ve nâmuslu bir erkek veyâ kadına ta'yîr ve şetm kasdı ile (ayıplarını yüze vurmak ve sövüp saymak kasdı ile) zinâ isnâdında (iftirâsında) bulunmakdır ki bunun cezâsı, hür ve hürre hakkında seksen, rakîk ve rakîka (köle ve câriye) hakkında kırk celde (değnek) vurmakdır Haddü'l -Hamr, Haddü'ş-Şürb ve Haddü's -Sekr de Haddü'l -Kazf gibidir ki Hanefî'ler ile Mâlikî'lere göre hür ve hürre hakkında seksen, rakîk v e rakîka hakkında kırk celde vurmakdır Burada sorulan cezâ, hamr (şarab) dan başka sekir veren bir içkiyi kendi ihtiyârı ile içip sarhoş olan kimse hakkındadır ki hakkında Haddü's-Sekr lâzım gelir Bunun miktârı da, hamr (şarab) içip sarhoş olan kimse hakkında tatbik edilmesi lâzım gelen Haddü'l -Hamr gibidir Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 3 ss 229 -249 ve C 3 ss 250-260 Ömer Nasûh i Bilmen F I K I H U S Û L Ü 31 ْ ا ُ ت َ� ُ ؤاو َ � َ ج َا ِ لا َْ ْ ُ ل ْ َ ْ َ ن ْ ع َ ض َي ْ نَأ � ن ُ ه َ ل َ ي ْ ن َ م َ و � ن ُ ه � ت ِ � َ ع َْ � َ �ا َ ل ْ ل ْ س ُي ِ ه ِ ر ْ مَأ ْ ن ِ م ُه ً ار “Hâmile kadınların iddetleri (ise) yüklerini vaz’ etmeleri (doğurmaları) ile biter Kim Allâh’ dan korkarsa o, kendisine (dünyevî ve uhrevî her) işinde bir kolaylık verir” 33 Bu sûretle de usûl kâıdelerinden birer kâıdeye işâret ederek “Meâl ile hukmün” veyâ “Zerîa ile hukmün” yollarını tesbit etmişlerdir 34 Kitâb ve Sünnet’den başka üçüncü bir delîl olan ve şer’ î hukümlerin hallinde mühim bir mevkî’ işkâl eden “İcmâ’ ” da, yine Ashâb -ı Kirâm zamânında -bi ’l- hâssa son yıllarında - vukûa gelmiş ve onlar tarafından esâsları tesbit edilmiş bir fıkhî delîldir ki bu da esâsını Kitâb ve Sünnet’den alır c- Tâbiîn devri Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın Ashâb -ı Kirâm’ından sonra gelen ve “Tâbiîn” ismini alan nesil de, Sahâbe -i Kirâm’a yetişmiş, onlarla berâber bulunmuş, onlardan feyz ve ders almışdır Bu bakımdan onlar da, Kitâb ve Sünnet’i gâyet iyi biliyorlar ve Arab lisânının inceliklerine tamâmen vâkıf bulunuyorlardı Bunun için Seâdet Asrı ’na yakın bir zamanda dünyâya gelmiş olmaları hasebiyle, şer ’î hukümlerin ve delîllerin her türlü inceliklerini gâyet iyi anlıyorl ar, dînî mes’eleleri halletmekde hiç bir güçlük çekmiyorlardı Meselâ, Medîne’de Saîd ibn -i Müseyyeb, Kûfe’ de Alkame ibn-i Kays ve İbrâhimü’ n-Nehâî, Basra’da Hasanü’ l-Basrî, Mekke’de Tâvus ibn- i Keysan ve Mücâhid ibn -i Cebr gibi -gerek Kibâr-ı Tâbiîn’ den gerekse Sıgar -ı Tâbiîn’ den olan- bir çok zevât, 35 Ashâb -ı Kirâm’ dan sonra gelen Tâbiîn devrinde, ictihâd edip fetvâ veren kimselerdendir Bunlar da, hakkında nass bulunmayan bir çok mes’ elelerin hallinde, Kitâb, ve Sünnet ile Sahâbe -i Kirâm’ın fetvâlarına göre amel etmişlerdir Bu bakımdan şer’î hukümlerin dördüncü delîli olan “Kıyâs” ın yolları da, bunlar zamânında vaz’ edilmişdir 33 - Talâk Sûresi, âyet 4 34 -( َ ا ْ ل َ م ُ لآ : El- Meâl ): Meydana gelen şey', netîce, mahsûl, ma'nâ, kavram, mefhûm, b ir şey'in kendisinden elde edilen şey' ma'nâlarınadır Meâlen : Ma’nâ bakımından harfi harfine olmayarak ( ْ لا ِ ر � ذ ُ ة َ عي : Ez -Zerîa ) :Vesîle ve sebeb ma'nâsınadır ki cem'i, ( َ ذ َ ر ِ يا ع : Zerâyi’ ) dir Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 7 ss 292 Kâmil Miras 35 -Ashâb -ı Kirâm'dan bir çoklarına mülâkî olan Müslümânlara "Kibâr-ı Tâbiîn", daha sonra dünyâya gelip pek azına mülâkî olan Müslümânlara da "Sıgar-ı Tâbiîn" denir F I K I H U S Û L Ü 32 Bunun için bunların bu feyizli zamanlarında “Fıkıh” ve “Fıkıh Usûlü” ilimleri, bir ilim hâlini almamış, kâıde ve nazariyelerden mü teşekkil bir durum kazanmamışdı Esâsen buna bir ihtiyaç da yokdu Her ne ka dar Sahâbe-i Kirâm ve Tâbiîn -i ızâm zamânında, ictihâd ve İcmâ’ yapılmiş, nass olmayan yerlerde kıyâs yoluna gidilmiş, fıkhî mes’eleler ilmî bir mâhiyet kazanmış ise de, sistemeti k olarak ortaya konulmamışdı Bunun netîcesi olarak da Fıkıh ve Fıkıh Usûlü ilimleri, kâıde ve nazariyelerden müteşekkil bir ilim hâlini almamışdı d- Tebe-i Tâbiîn devri Bi’l- âhare Tâbiîn’ in son zamanlarına doğru genişlemeye başlayan İslâm İmparatorluğu, bir çok yabancı muhitleri içerisine almış olduğundan, buralarda yaşayan muhtelif ırk ve inanıştaki insanlar arasında da, İslâm Dîni’nin yayılmasına çalışılmışdır Hattâ daha sonraları İndüs nehrinden Atlas Okyanusu’ na kadar uzanan uçsuz bucaksız ülkelerde, ayrı ayrı ırk, din, ve inanca mensûb olan insanlar, İslâm Dîni’ni kabûl ederek onunla şereflenmişlerdir Bunun için bunlar da, Sahâbe -i Kirâm ve Tâbiîn -i ızâm gibi Kur’ ân’ın ve Sünnet’ in her türlü vasıflarına vâkıf olmak ve onları öğrenip anlamak ihtiyâcında idiler Çünkü, ancak bu sâyede dînî hukümleri hakkıyle öğrenerek onunla amel edebilecekler idi Halbuki bunla ra, Sahâbe-i Kirâm ve Tâbiîn -i ızâm gibi vâkıf olmak mümkün değildi Aynı zamanda ictimâî hâdiseler de günden güne artıyor ve türlü türlü fikir cereyanları vukû’ buluyordu Bunların netîcesi olarak da, bir çok mes’elelerin îzah edilmesine, ihtiyaç duyuluyordu Durum bu merkezde iken, bir de bu proplemleri halledecek ulemâ’nın kâfî gelmeyişi, bi’ l-hâssa sayılarının günden güne azalması, ikinci bir güçlük doğuruyordu Bu bakımdan bir çok ilmî esâslar, yavaş yavaş ortadan kalkarak yok olup gitmeye yüz tutmuşdu İşte bu durumun vahimliğini anlayan ve kötü netîceler doğuracağını idrâk eden ba’zı kimseler, endîşeye düşüp gayrete geldiler Hattâ bu vahim hâlin, telâfîsi çok güç büyük tehlikeler meydana getireceğini iyice anlayan zamânın halîfesi Ömer ibn-i Abdü’ l-Azîz, bir çok yerlere yazmış olduğu mektublarında, husûsiyle Medîne -i Münevvere vâlisine yazmış olduğu mektûbunda, F I K I H U S Û L Ü 33 “Rasûlü’llâh’ın Hadîs’lerine, Sünnet’lerine dâir muttali’ olduğunuz şey’leri yaz Çünkü ben, ilmin münderis olmasından, ulemânın bitip gitmesinden korkuyorum” 36 diyerek bu husûsdaki endîşesini belirtmiş ve bu konu ilu ilgi li olarak da ba ’zı kimseleri vazîfelendirmişdir İşte bu şekildeki bir karışıklık ve mecbûriyyet karşısında kalan İslâm ulemâsı, derhâl faaliyyete geçerek hârikü’ l-âde mesâisini tecellî etdirmeye başlamış, kısa bir zamanda bir çok ilimleri tedvîn ed erek büyük başarılar elde etmiş, -en başta “Hadîs” ilimleri olmak üzere - “Fıkıh” ve “Fıkıh Usûlü” ilimlerini müdevven bir hâle getirmişdir Bu çalışmalar esnâsında, “Fukahâ’ ” ve “Müctehîd” nâmını alan ve her türlü ilmî vasıflara sâhib bulunan bir kısım İslâm âlimlerinin, dî nî ilimler sâhasında göstermiş oldukları büyük muvaffakıyyetler ise, her türlü tasavvurların üstünde olmüşdur Bunun için “Tâbiîn” asrından ( devrinden) sonra gelen ve “Tebe-i Tâbiîn” devri (Tâbiîn’den sonra gelen nesil devri ) ismini alan bu asra “Müctehîd olan imâmlar asrı” veyâ “Müctehîdler devri” denilmişdir ki bunlar zamânında da “İstinbât kâıdeleri” nin yolları, en vâzıh, en sarih ve en dakîk bir şekilde temeyyüz etmişdir e- İslâm âlimlerinin çalışmaları Fakîh ve Müctehîd nâmını alan bu âlimlerin ( imâmların) başında, İmâm A’zâm Ebû Hanîfe rahmetü’llâhi aleyh gelmektedir ki, ”Tevhîd İlmi” ne dâir yazmış olduğu “El -Fıkhu’ l-Ekber ” adlı kitâbı, O ’nun ne kadar yüksek ve temiz bir i’tikâda sâhib bulunduğunu, açık bir şekilde ifâde edip ortaya koymaktadır O’nun, Fıkıh İlmi sâhasındaki çalışmaları ise, her türlü tasavvurların fevkindedir O, fıkhî mes’elelerin esâsını, “Aslî Delîller” dediğimiz Kitâb, Sünnet, İcmâu’ l-Ümmet ve Kıyâsü’ l-Fukahâ’ ile “ Fer ’î Delîller” dediğimiz İstihsân, İstishâb, Örf ve âdet gibi -aslî delîllere aykırı olmayan - ikinci derecedeki delîller üzerine binâ’ etmişdir Zamânında, Kitâb, Sünnet ve Sahâbe -i Kirâm’ın fetvâlarından istinbât etmenin yollarını ve esâslarını tesbit ederek sınırlandırmış ve muntazam kâıdelere bağlamışdır İctihâdlarında, Ashâb -ı Kirâm’ın 36 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 1 ss 48 Ahmed Naim (Buhârî Şerhi, Kastalânî, C 1 ss 6 ) ve C 2 ss 82 Ahmed Naim F I K I H U S Û L Ü 34 ittifâk etdiği husûsları aynen alır, ihtilâf etdiği husûslarda ise kend i re ’y ve ictihâdına uygun bulunanı tercih eder, Tâbiîn’ den olan bir kimsenin münferid re’y ve ictihâdını ise almazdı Çünkü onların da kendisi gibi bir şahıs olduğunu kabûl ederdi 37 İlk def’a, Fıkhî Huküm’leri kitâblara, kitâbları bablara, babları fasıllara ayıran ve bunları talebelerine yazdırarak zabd etdiren de, İmâm A’zâm rahmetü’llâhi aleyh olmuşdur ki sırası ile evvelâ tahâret, sonra salât, sonra ibâdet, sonra muâmelât, sonra da mîras bahislerini yazıp tertîb etmişdir Kitâbü’ l-Ferâiz ile Kitâbü’ş -Şurût’ u da, ilk def ’a O vaz ’ etmişdir Bu bakımdan O’nun ortaya koymuş olduğu esâslar ve ta ’kîb etdiği tedvîn metodu, gerek kendi talebeleri tarafından, gerekse onlardan istifâde eden diğer fakîhler tarafından, ta’kîb edilen bir esâs olmuşdur Meselâ, ictihâdlarını, Kitâb’a, Sünnet’e, İcmâu’ l-Ümmet’ e, Sahâbe -i Kirâm’ın müttefekun aleyh olan kavillerine ve gerektiği zaman da Kıyâsü’ l-Fukahâ’ya istinâd etdiren, fakat Ashâb -ı Kirâm’ın ihtilâflı sözlerini, İstihsân’ı ve Maslahatü’ l-Mürsele’yi birer delîl olarak kabûl etmeyen İmâm Şâfiî rahmetü’llâhi aleyh , İmâm A’zâm rahmetü’llâhi aley ’in kıymetli talebelerind en İmâm Muhammed Eş - Şeybânî rahmetü’llâhi aleyh ’e mülâkî olmuş (ulaşmış ), O’ndan istifâde etmiş ve İmâm A’zâm’ın fıkhını ihtivâ eden kitâbları O’ ndan alıp okumuşdur Bu sûretle de ictihâdını geliştirip büyük faydalar sağlamış, Fıkh’ a ve Fıkıh Usûlü’ne âit bir takım kitâblar yazıp tertîb etmişdir Bu bakımdan, İmâm A’zâm rahmetü’llâhi aleyh’i büyük bir hurmet ve ta’zîm ile anar, O’nu rahmetle yâdeder ve hakkında, “Her kim fıkhı anlamak isterse, İmâm A’zâm’ a ve O’nun ashâbına mülâzemet etsin Çünkü, nâsın hepsi de, fıkıh sâhasında, İmâm A ’zâm’ın ıyâlidir, ya’nî O’nun müctehedâtı sâyesinde ihtiyaçlarını 37 -İmâm A'zâm rahmetü'llâhi aleyh' e, "Sen b ir kavlini, bir ictihâdını Kitâbu'llâh’ a muhâlif düşmüş görünce ne yaparsın?" diye sorulmuş, O da , "Kendi kavlimi Kitâbu'llâh için terk ederim" demiş; "Ya Rasûlü'llâh'ın haberine muhâlif bulunsa n ne yaparsın?" denilmiş, O da "Kendi sözümü Rasûlü'llâh'ın haberinden dolayı bırakırım" demiş; "Ya senin sözün bir Sahâbî'nin sözüne muhâlif bulunaca k olsa ne yaparsın?" denilmiş, O da "Kendi sözümü Sahâbî'nin sözü için terk ederim" demiş; "Ya bir Tâbiîn'in kavli, senin kavline muhâlif olsa ne yaparsın?" denilmiş, O da "Eğer Tâbiî bir er ise, ben de bir erim" cevâbını vermişdir Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu,C 1 ss 321 Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 35 tatmîn edebilmektedir Ben, Fıkıh İlmi’ne ondan daha ziyâde vâkıf bir zât bilmiyorum ” 38 derdi Hadîs İlmi’nde mâhir bir zât olan ve fıkhî ictihâdlarını, Kitâb, Sünnet, İcmâu’ l-Ümmet, Kıyâsü’ l-Fukahâ’, Medîne Ehli’nin ittifâkı, Maslahatü’ l-Mürsele ve Seddü’ z-Zerâyi’ gibi esâslara istinâd etdiren İmâm Mâlik rahmetü’llâhi aleyh de, İmâm A’zâm rahmetü’llâhi aleyh ile görüşmüş, O’nun yüksek fekâheti ni i’tirâf etmiş, O’ nun altmış bin mes’ ele vaz’ ve istinbât etmiş olduğunu takdîr ile söylemişdir Aynı şekilde Fıkıh Usûlü İlmi’nin bir çok kâıde ve esâslarını kuran da, yine İmâm A’zâm rahmetü’llâhi aleyh’in kıymetli talebelerinden olan İmâm Ebû Yûsüf rahmetü’llâhi aleyh olmuşdur Fakat İmâm Ebû Yûsüf, te’sîs etmiş olduğu bu ilme dâir bir kitâb yazmamışdır Bu şeref, ancak usûl ve fürûu te’sîs edip sistemli bir hâle getiren İmâm Şâfiî rahmetü’llâhi aleyh ’e nasîb olmuşdur ki ilk def’ a, Fıkıh Usûlü’ ne dâir kitâb yazan O’ dur Fıkıh Usûlü’ne dâir yazmış olduğu ( َ اا َ س � رل َ ل ِ � ُة ِ لو ُ ص� ْا : Er -Risâletü fi’ l- Usûl ) adlı eseri ve Fıkh’a dâir yazmış olduğu ( تِ ك َ ا ُ � ْا ُ ب � م :Kitâbü’ l- Ümm ) adlı eseri meşhûrdur Bi’l- âhare, muhtelif kimseler tarafından, Fıkıh Usûlü İlmi’ne dâir, bir çok eserler vücûde getirilmişdir ki bunların ekseriyyeti gâyet mufassaldır f- Usûlü’ l-Hanefiyye Bu usûl kitâblarının bir kısmında, daha ziyâde fıkhî mes’ eleler üzerinde durularak usûl kâıdelerinin tatbikâtına ehemmiyet verilmiş ve bu kâıdeler daha ziyâde fıkhî incelikler üzerine binâ’ edilmişdir Bu tarzı, benimseyip kabûl eden Hanefî âlimleri, çalışmalarını daha ziyâde bu yolda yapmışlardır Bunun ,için bunlara “Fukahâ’ ve Hanefiyye Mesleği” veyâ “Usûlü’ l-Hanefiyye ” denilmişdir Bu meslek üzerine yazılan usûl kitâblarının en mühimleri şunlardır: 39 38 - Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 377 Ömer Nasûhi Bilmen 39 -Huk ûk-ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye kâmûsu, C 1 ss 42 ve Tefsir Târihi, II ss 120 -121 Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 36 1-“ ت ِ ك َ ا ِ ف ُ لو ُ صُأ ٌ ب ْ ق ه : Kitâbün Usûlü Fıkh” Cessâs adı ile ma’rûf olan Ahmed ibn -i Ali Er-Râzî’nin eseridir ki Hanefî fukahâsının meşhurlarındandır Lâkâbı “Cessâs”, künyesi “Ebû Bekr” dir Hicrî (305) târahinde Rey’de doğmuş ve (370) târihinde Bağdâd’da vefât etmişdir Fıkhı, Hanefî fakihlerinin meşhurlarından olan ve (260 -340) târihleri arasında yaşamış bulunan “Kerhî” den öğrenmişdir 2-“ َأ س ُ وب � دلا ُ را َ ر ْ س ِ ى : Esrâru’d-Debûsî” Kâdî Ubeydu’llâh Ebû Zeyd ibn -i Ömer Ed -Debûsî’ nin eseridir Hanefî fukahâsının meşhurlarındandır Hicrî (430) târihinde Semerkand ’da vefât etmişdir 3-“ ُأ ْ لا ُ لو ُ ص َ ب و َ د ْ ز ِ ى : Usûlü’l-Bezdevî” İmâm Fahru’ l-İslâm Ebu’ l-Hasen Ali ibn-i Muhammed El- Bezdevî’nin eseridir Mâverâü’ n-Nehir’deki Hanefî fakihlerinin meşhurlarındandır Takrîben Hicrî (400) târihlerinde doğmuş ve (482 veyâ 483) târihinde Keşş kasabasında vefât etmiş ve na’şı Semerkand ’a nakl edilmişdir 4-“ ِ ب َا ُ لو ُ ص ُ أ ْ لا ْ س ُي ِ ر : Usûlü Ebi’ l-Yüsr” İmâm Fahru’ l-İslâm Ebu’ l-Hasen Ali ibn-i Muhammed El- Bezdevî’nin kardeşi olan Sa’dü’ l-İslâm Ebu’ l-Yüsr Muhammed El - Bezdevî’nin eseridir Hanefî fakihlerinden bir zât olup Hicrî (493) târihinde vefât etmişdir 5-“ َ ر � سلا ُ لو ُ ص ُ أ ْ خس ِ ى : Usûlü’s-Serahsî” Şemsü’ l-Eimme Ebû Bekr Muhammed ibn -i Ahmed Es- Serahsî’nin eseridir Hanefî fukahâsının en meşhurlarından olup “Mebsûtu’ s-Serahsî” adındaki otuz ciltlik fıkıh kitâbının sâhibidir Kendisi “Müctehîd fi’ l-Mesâil” den sayılır Hicrî (483) târihinde vefât etmişdir 6-“ ن َ م َ ا َ � ْا ُ ر ْ نا َ و ِ ر : Menâru’ l-Envâr” İmâm Ebu’ l-Berekât Hâfızu’ d-dîn Abdu’llâh ibn -i Ahmed En- Nesefî’ nin eseridir Hanefî fukahâsının meşhurlarından olup Hicrî (710) târihinde vefât etmişdir Usûlü'l -Fıkh, ss 22 Muhammed Ebû Zehra Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 14 -15 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit F I K I H U S Û L Ü 37 “İbn -i Kemâl merhûm, kendisini, kavi ile zaifin arasını tefrîk etmeye muktedir olan ve kitâblarında merdûd kaviller ile, zaif rivâyetleri nakletmeyen mukallidler tabakasından saymış; fakat başkaları kendisini “Müctehîd fi’l-Mezheb” kabûl ederek kendisinden sonra müctehîd fi’ l-mezheb yetişmemiş ulduğuna kâil olmuşlardır ” 40 7- “ ِ � ِ لو ُ ص ُ� ْا ُ نا َ زي ِ م َ نت َ ا ِ ج ِ ئ ْ لا ُ ق ُ ع ِ لو : Mîzânü’l-Usûl fî Netâici’ l- Ukûl” Şeyhu’ l-İmâm Alâü’ d-dîn Şemsü’ n-Nazar Ebû Bekr Muhammed ibn-i Ahmed Es- Semerkandî’nin eseridir Hanefî fukahâsının meşhurlarından olup Hicrî (553) târihinde vefât etmişdir g-Usûlü’ş -Şâfiiyye Bu usûl kitâblarının diğer bir kısmında da İlm -i Kelâm mes’ eleleri üzerinde tatbikat yapılmış, fıkhî konular, diyalektik metoduna uygun olarak tahlîl edilmiş ve aklî istidlâle daha fazla yer verilmişdir Bu tarzı benimseyip kabûl eden Şâfiî âlimleri de, çalışmalarını daha ziyâde bu yolda yapmışlardır Bunun için bunlara da “Mütekellimîn ve Şâfiiyye Mesleği” veyâ “Usûlü’ş -Şâfiiyye” denilmişdir 41 Bu meslek üzerine yazılan usûl kitâblarının en mühimleri de, şunlardır: 42 1-“ تِ ك َ ا ْ لا ُ ب ُأ ِ �( ِ د ْ م ُ ع ِ لو ُ ص ْ ا ْ ق ِ فل ِ ه ) : Kitâbü’ l-Umd (Umed) (fî Usûli’ l-Fıkh) ” Mu’tezile imâmlarından Kâdî Abdü’ l-cebbâr El -Mu ’tezilî Eş - Şâfiî’ nin eseridir 2-“ َ ا ْ ل ِ لو ُ صُأ ِ �( ُ د َ م َت ْ ع ُ م ْ لا ْ ق ِ ف ِ ه ) :El-Mu’temed (fî Usûli’ l-Fıkh) ” Bu kitâb, Kitâbü’ l-Umd’ün şerhidir ki Mu’tezile imâmlarından Ebu ’l- Hüseyn Muhammed ibn -i Ali El-Basrî El-Mu ’tezilî Eş -Şâfiî’ nin eseridir Hicrî (413 veyâ 463) târihinde vefât etmişdir 3-“ َ ا ْ ل ِ لو ُ صُأ ِ � ُ نا َ ه ْ ر ُ ب ْ لا ْ ق ِ ف ِ ه : El-Bürhânü fî Usûli’ l-Fıkh” İmâmü’ l-Harameyn Ebu ’l- Meâlî Abdü’ l-Melik ibn-i Abdi ’llâh ibn-i Yûsüf El -Cüveynî’ nin eseridir Şâfiî fukahâsının meşhurlarından olup Hicrî (419) târihinde Cüveyn’de doğmuş ve (478 veyâ 487) târihinde Nîsâbur’da vefât etmişdir 40 -Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 439 Ömer Nasûhi Bilmen 41 - Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 42 Ömer Nasûhi Bilmen 42 - Hukâk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C,1,ss 43 Ömer Nasûhi Bilmen Usûlü'l -Fıkh, ss 20 Muhammed Ebû Zehra Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, ss 13 Bedru'l - Mütevellî Abdü'l -Bâsit F I K I H U S Û L Ü 38 4-“ َ ا ْ ل َ ف ْ ص َت ْ س ُ م ى ِ م ْل ِ ع ْ ن ِ م ِ لو ُ ص ُ � ْا : El- Müstasfâ min ılmi’ l-Usûl” Huccetü’ l-İslâm İmâm Ebû Hâmid Muhammed ibn-i Muhammed Et -Tûsî El -Gazâlî’nin eseridir Şâfiî fukahâsının en meşhurlarından olup Hicrî (450) târihinde Horasan’ın Tûs şehri civârındaki Gazâle kasabasında doğmuş ve (505) târihinde Tûs’da vefât etmişdir 5-“ َ ا ْ ل ْ ح َ م ُ لو ُ ص : El-Mahsûl” Hatîbü’ r-Rey diye şöhret bulmuş olan İmâm Fahru’ d-dîn Ebû Abdi ’llâh Muhammed ibni’ l-Allâme Er -Râzî’nin eseridir Şâfiî fukahâsından meşhûr bir âlim olup Hicrî (543) târihinde Rey şehrinde doğmuş olduğundan oraya nisbetle kendisine Er -Râzî denilmişd ir (606) târihinde Herat’da vefât etmişdir 6- “ ْ َا ِ ْ �ك ْ ِ َ ا ُأ ِ � ُ م ِ لو ُ ص ك ْ ِ َ� ْا َ ا ِ م ِ م� ْا ِ دى :El-İhkâm fî Usûli’ l-Ahkâmi’ l-Âmidî ” Seyfü’ d-dîn Ebu’ l-Hasen Ali ibn-i Bekr El- Âmidî’nin eseridir Evvelce Hanbelî Mezhebi’nde iken sonra Şâfiî Mezhebi’ne geçmişdir Hicrî (551) târihinde doğmuş ve (631) târihinde vefât etmişdir    Bu esâslara göre, ayrı ayrı iki husûsiyyet taşıyan bu usûl ilimlerinden Usûlü’l-Hanefiyye , Usûlü’ş -Şâfiiyye ’ye nazaran daha müşkil bir durum arz ede rse de, Usûlü’l-Hanefiyye , İslâm Hukûku’nun iyice anlaşılıp incelenmesine daha elverişli bir mâhiyet gösterir    h- Hanafî Usûlü ile Şâfiî Usûlü’nün birleştirilmesi Daha sonra gelen bir çok âlimler, bu iki tarzı, ya’nî ( Fukahâ’ ve Han efiyye Mesleği ) ile (Mütekellimîn ve Şâfiiyye Mesleği )’ni, birleştirerek veyâ ayrı ayrı mütâlea ederek, bir çok usûl kitâbları yazmışlardır ki bu kitâblar, o devirlerden zamânımıza kadar muhtelif zamanlarda yazılmış olup sayıları çokdur Bu iki tarzı birleştiren usûl kitâblarının içerisinde, en mühimleri de şunlardır: 1-“ لا ُ عي ِ د َب � نظ َ ا ِ م َ ْ �ا ِ ع ِ ما : Bedîu’ n-Nizâmi’ l-Câmi’ “ İbnü’ s-Sââtî diye şöhret bulmuş olan İmâm Muzafferu’ d-dîn Ahmed ibn-i Ali Es- Sââtî El-Bağdâdî El -Hanefî’ nin eseri dir Hanefî fakihlerinin meşhurlarından olup kitâbında, Fahru’ I-İslâm El -Bezdevî F I K I H U S Û L Ü 39 ile Ebu ’l-Hasen El- Âmidî’nin usûl kitâblarını birleştirmişdir Hicrî (694) târihinde vefât etmişdir 43 2-“ َ ت ْ ن ِ ق ُ � ْا ُ حي ِ لو ُ ص : Tenkîhu’ l-Usûl” Sadru ’ş-Şerîa ti’s- Sânî diye şöhret bulmuş olan Buhârâ’lı Ubeydu ’llâh ibn -i Mes’ûd ibn -i Tâci’ş -Şerîa Mahmûd ibn -i Sadru’ş- Şerîati’ l-Evvel Ahmed ’in eseridir Hanefî fukahâsından olup Hicrî (747) târihinde vefât etmişdir Bu kitâbın şerhi, “ َ ال � ت ْ و ِ � ُ حي ِ ض َ ِ َ غ � ل لا ِ ض ِ ما َ و � ت ْ ن ِ ق ِ حي : Et -Tevdîhu fî Halli Ğavâmidi’ t-Tenkîh” dir ki bunu da kendisi yazmışdır Kitâbında, Fahru’ l-İslâm El -Bezdevî ile Fahru ’d- dîn Er -Râzî’nin usûl kitâblarını birleştirmişdir Bunun hâşiyesi de, “ َ ت ْ ل ٌ حي ِ و َ ك ِ � ْ ش ِ ف ق َ ِ َ ا ِ يلا ِ � � ت ْ ن ِ ق ِ حي : Telvîhun fî Keşfi Hakâ yikı’ t-Tenkîh” dir ki Allâme Teftezânî Sa ’dü’ d-dîn Mes’ûd ibn -i Ömer ibn -i Abdi’llâh El -Herevî El -Horasânî’nin eseridir Fıkhan Hanefî mezhebinde idi Ba ’zılarına göre de Şâfiî idi Şarkın en büyük âlimlerind en biri olan bu zâtın bir çok eserleri her yerde takdîrle okunup çoğaltılmışdır Bu sûretle de İslâm âlimleri, kendisinin yaşamış olduğu devre göre iki kısma ayrılmışladır ki Allâme Teftezânî’den evvelki devirlerdeki âlimlere “Mütekellimîn” , O’ndan s onraki devirlerdeki âlimlere de “Müteahhirîn” ismi verilmişdir Hicrî (727 veyâ 712) târihinde Teftezân’da doğmuş ve (792 veyâ 793) târihinde semerkand’da vefât edince na ’şı Serahs’e nakl edilmişdir 3-“ َ ال � ت ِ ر ْ ح ُ � ْا ِ � ُ ري ِ لو ُ ص : Et-Tahrîru fi’ l-Usûl” İskenderiye’ li ibn-i Hümâm Kemâlü’ d-dîn diye ma’rûf olan Muhammed ibn- i Hümâmi’d-dîn Abdi’ l-vâhid El -İskenderî’ nin eseridir Hanefî fukahâsının meşhurlarından olup Hicrî (788) târihinde Sivas ’da doğmuş ve (861) târihinde Kahire’de vefât etmiş dir 4-“ ِ م ْ نه َ ا ْ لا ُ ج ِ ع َ � ِ ا ِ لو ُ ص ُ و ْ ل ِ لو ُ ص ُ� ْا ِ م :Mihâcü’l-Vüsûl ilâ ılmi’ l-Usûl” İmâm Nâsıru’ d-dîn Kâdî Beydâvî diye anılan Ebu’ l-Hayr Abdu ’llâh ibn -i Ömer El -Beydâvî’nin eseridir Şâfiî ulemâsından meşhûr bir müfessirdir Bir çok ilimler arasında, Fıkıh ve Usûl ilimlerinde de mütehassıs bir kimsedir Şîraz nahiyelerinden olan 43 -Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, ss 15 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit F I K I H U S Û L Ü 40 Beydâ’da doğmuş ve Hicrî (685 veyâ 691) târihinde Tebriz’de vefât etmişdir 5-“ ُ ف ْ لا ُ لو ُ ص لا ِ لو ُ صُأ ِ � ِ ع ِ ئا َ د َب �ش ِ ع ِ ئا َ ر : Füsûlü’l-Bedâi’ fî Usûli’ş -Şerâi’ “ Fenârî Şemsü’ d-dîn diye anılan Muhammed ibn -i Hamza ibn-i Muhammed Şemsü’ d-dîn El -Fenârî’nin eseridir Fıkhan Hanefî Mezhebi ’nde olup Osmanlı Şeyhu’ l-İslâm’larının birincisidir Hicrî (751) târihinde doğmuş ve (834) târihinde vefât etmişdir Bur sa’da medfundur 6-“ ُ م ْ ن َ ت ِ ه ْ لا ي ِ لو ُ ص ُ و : Müntehi’ l-Vüsûl” İbn-i Hâcib diye anılan Cemâlü’ d-dîn ibn -i Hâcib’ in eseridir Mâlikî fukahâsının meşhurlarından olup Hicrî (570) târihinde doğmuş ve (646) târihinde vefât etmişdir 7-“ ُْ م َ ت َ ص ْ لا ُ ر ُ م ْ ن َ ت َ هى : Muhtesaru ’l- Müntehâ” Bu da, İbn -i Hâcib diye anılan Cemâlü’ d-dîn ibn -i Hâcib’ in eseridir 8-“ ق ْ ر ِ م َ ا ْ لا ُ ت ِ لو ُ ص ُ و : Mirkâtü’ l-Vüsûl” , ve bunun şerhi olan, “ ق ْ ر ِ م َ � ِ ا ِ لو ُ ص ُ� ْا ُةآ ْ ر ِ م َ ا ِ ت ْ لا ِ لو ُ ص ُ و : Mir’âtü’l-Usûl ilâ Mirkâti’ l-Vüsûl” Molla Hüsrev nâmı ile ma’rûf olan Muhammed ibn -i Ali’nin eseridir Fıkhan Hanefî Mezhebi’ne mensûb olup Tokat civârında yaşayan Türkmen’ lerin “İrsak” kâbîlesinden büyük bir Türk fakîhidir Hicrî (885) târihinde İstanbul’ da vefât etmiş ve na’şı Bursa’ ya nakl edilerek kendi medresesi bahçesine defn edilmişdir Fâtih Sultan Mehmed, kendisini her zaman takdîrle anarak hakkında “Bakınız, bu zât, bu zamânın Ebû Hanîfe’ sidir” derdi 44 9-“ ُ ع َْ ج َ ْ �ا ِ ع ِ ما َ و : Cem’u ’l- Cevâmi’ ” Tâcü’ d-dîn Es -Sübkî adı ile ma’rûf olan Tâcü’ d-dîn Ebu’ n-Nasr Abdü’ l-Vehhâb Es -Sübkî’nin eseridir Şâfiî âlimlerinden meşhûr bir zât olup Hicrî (727) târihinde doğmuş ve (771) târihinde vefât etmişdir 45 44 -Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 434 ve Tefsir Târihi, ss 427 -428 Ömer Nasûhi Bilmen 45 - Bu kitâblar ve müellifleri hakkındaki bilgiler, aşağıd aki kitâblardan istifâde edilerek hazırlanmışdır: Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 42 -43 ve 327- 473 ve Tefsir Târihi Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 41 Fıkıh Usûlü İlmi’ nin me’hazl arı (kaynakları ) Fıkıh Usûlü İlmi’nin kaynakları, aynı zamanda Fıkıh İlmi’ nin ve İslâm Dîni’nin de kaynaklarıdır Bu bakımdan onların her birini kendi özelliklerine göre bir kaç gurûba ayırarak incelemek yerinde olur a- Kur ’ân ve Sünnet Fıkıh Usûlü İlmi’nin kaynaklarının en başında “Kur ’ân” ve “Sünnet” gelir ki bunda hiç bir kimsenin zerre kadar bir şübhesi olamaz Çünkü, İslâm Dîni’nin baş kaynağı olan Kur’ ân-ı Kerîm, “ Vahy-i Metluvv ”; Sünnet ise “Vahy-i Gayr-i Metluvv ” şeklinde Allâhü Teâlâ tarafından Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’a vahy edilmiş, O da Allâhü Teâlâ’dan aldığı gibi aynen insanlara teblîğ etmişdir 46 Bu bakımdan Kur’ ân-ı Kerîm ve Sünnet’in ve bunların ortaya koymuş olduğu İslâm Dîni’ nin (İslâm Şerîat ve Kânûnları’nın ) hakîkî vâzı’ı ( Şâri’i), Allâhü Teâlâ’dır Mecâzî ma’nâda ikinci bir şâri’ i ve muazzam bir nâşiri de, Hazreti Muhammed sallâ’llâhü aleyhi ve sellem ’dir Bu bakımdan aşağıdaki âyet -i kerîme’ler ve bunlara benzeyen diğer âyet -i kerîme’ ler, Kur’ân -ı Kerîm’ in, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın kendi sözü olmadığı hakkında, en açık ve en bâriz birer delîlidir: َ يا َ م َ و ْ ن ِ ن َ ع ُ � ِ ط َ ْ �ا َ وي ط � � ِ ا َ و ُ ه ْ ن ِ ا ي ٌ ي ْ ِ َ و ُ و َ يِ � َ ع � ل ي ِ د َ ش ُه َ م ْ لا ُ د ق َ وي � “O, kendi (re’y- ü) hevâsından söylemez O, kendisine (Allâh tarafından) ilkâ’ edile gelen bir vahy ’den başka (bir şey’) değildir O ’nu, müthiş kuvvetle mâlik olan (Cebrâîl aleyhi’s -selâm ) öğretdi” 47 َ و َ ل ْ و َ ت َ ق َ ع َ ل � و َ لن ْ ي َ ا ق َ� ْا َ ض ْ ع َب َ ا ِ لي ِ و � َ َ � َ خن ْ ذ َ ا ِ م ْ ن ِ اب ُه ْ ل َ ي ِ � ِ م � � ُ ث َ ل َ ق َ طن ْ ع َ ا ن ِ م ْ لا ُه َ � ِ ت َ و ز َ ف ِ م ا َ م ْ ن ْ م ُ ك اَ ِ ُه ْ ن َ ع د َ ِ َا ْ ن ِ م ِ ج ِ ز َ ني Usûlü'l -Fıkh, ss 18 -24 Muhammed Ebû Zehra Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, ss 8 -18 Bedru'l- Müttevellî Abdü'l -Bâsit Keşfü'z -Zünûn, Kâtib Çelebi Mevdûâtü'l -Ulûm, Taşköprülü Zâde Ahmed Efendi 46 - Kur'ân -ı Kerîm, Cibrîl -i Emîn vâsıtası ile Hazreti Mehammed aleyhi's-selâm'a -hem lâfzı, hem de ma'nâsı - teblîğ ve tilâvet edilmiş bir vahy -i ilâhî'dir ki buna "Vahy-i Metluvv" denir Sünnet'ler ( Hadîs'ler) ise, Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'ın kalbine Allâhü Teâlâ tarafından -yalnız ma'nâ olarak - ilham edilen şey'lerdir ki bunlara da "Vahy-i Gayr-i Metluvv" denir 47 -Necm Sûresi, âyet 3 -4-5 F I K I H U S Û L Ü 42 “Eğer (Peygamber, söylemediğimiz ) ba’zı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbetde O’nun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik (boynunu vururduk ) Sonra da hiç şübhesiz, O’nun kalb damarını koparırdık (yaşatmazdık) O vakit hiç biriniz buna mâni’ de olamazdınız” 48 َ ا ا َ م َ و َ تي ُ ك ُ لو ُ س � رلا ُ م َ ف ا َ م َ و ُهو ُ ذ ُ خ َ ن َ ه ُ كي َ ع ْ م ْ نف ُ ه َ ا ْ ن َ ت او ُ ه ج ا َ و � تق ُ و َ �ا ا ط ُ دي ِ د َ ش َ �ا � ن ِ إ ْ لاق ِ ع َ ا ِ ب م “Rasûl size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etdi ise ondan da sakının Allâh’dan korkun Çünkü, Allâh (ın) azâbı çetindir” 49 b- İcmâu’ l-Ümmet ve Kıyâsü’ l-Fukahâ’ Kitâb ve Sünnet’den başka, üçüncü bir delîl olan ve şer’ î hukümlerin hallinde mühim bir mevki’ işkal eden “İcmâu’l-Ümmet” de, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın vefâtından sonra vukû’ bulmuş ve Ashâb -ı Kirâm tarafından -bi ’l- hâssa son yıllarında - esâsları tesbit edilmiş fıkhî ( şer’î) bir delîldir ki bunun dayandığı esâslardan ba’zıları şunlardır: َ � ْ َ � َ ت ُ ع ِ م َ � � ضلا َ ىل َ ع ِ � � م ُا َ ل ِ ة “Ümmetim (in müctehîdleri) dalâlet üzerine ictimâ’ etmez” 50 َ أ َ س ْ ل ْ َ � َ� ْ نَأ � ب َ ر ُ ت َ ت ُ ا َ ع ِ م َ � � ضلا َ ىل َ ع ِ � � م َ ل ط ْ ع َا َف ِ ة َ ا ِ هي ِ ن “Rabb’imden ümmetimin dalâlet üzerine toplanmamasını istedim, onu bana ihsân buyurdu” 51 ُ هَأ َ را َ م ْ لا ْ س ُ م ِ ل ً ان َ س َ ِ َ نو ُ م َ ف ِ ع َ و ُ ه ْ ن ٌ ن َ س َ ِ ِ ه للا َ د “Müslümân’ların güzel gördüğü şey’, Allâh ındinde de güzeldir” 52 Hadîs -i Şerîf’leri ile buna benzer diğer esâslar, bu cümleden olup aynı hakîkati ifâde ederler 53    48 - Hâkka Sûresi, âyet 44 -45 -46 -47 - 49 - Haşr Sûresi, âyet 50 - Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhiyye Kâmûsu, C 1 ss 160 Ömer Nasûhi Bilmen 51 - Hukûk -i İslâmiyye ve İstılâhât -i Fıkhiyye Kâmûsu, C 1 ss 160 Ömer Nasûhi Bilmen 52 -Tefsir Târihi veyâ Mukaddime -i İlm -i Tefsir, ss 31 Ömer Nasûhi Bilmen Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi,C 5 ss 116 Kâmil Miras 53 -Bu hadîs -i şerîf'lerde zikri geçen "Ümmet ve Müslümân" dan maksat, Ehl-i Sünnet yolunda olup dâimâ hakk üzere bulunan Müslümân'lardır ki aşağıda ki hadîs-i şerîf ve benzerleri, bunun en açık bir delîlidir: َ ت َ� َ اط ُ لا َ ز ِ ئ َ ف ٌ ة َ اظ ِ � � م ُا ْ ن ِ م َ ْ �ا َ يل َ ع َ ني ِ ر ِ ه � � ْ م ُ ه ر ُ ض َي َ� ْ ن َ م َ لا َ خ َ ف ْ م ُ ه "Ümmetimden dâimâ hakk üzere gâlib ve zâhir, muhâlifle rinden kendilerine zarar gelmez bir tâife hiç eksik olmayacakdır" Sahîhi Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 2 ss 78 Ahmed Naim F I K I H U S Û L Ü 43 Aynı şekilde Kitâb, Sünnet ve İcmâu’ l-Ümmet’den sonra dördüncü bir delîl olan ve şer’î hukümlerin hallinde mühim bir mevki’ işkal eden “Kıyâsü’ l-Fukahâ’ ” da, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın zamânında, bi’ l-hâssa O’nun vefâtından sonra İstinbât, İctihâd ve Fetvâ’ şeklinde kendini göstermiş ve Tâbiîn zamânında da ilmî bir mâhiyet kazanarak esâsları vaz’ edilip ortaya konmuşdur Bu şer’ î delîlin ( fıkhî delîlin ) dayandığı esâslar da, ْ عا َف َ ت ُ ِ ب ا َي او ِ �و ُا ْ ا ِ را َ ص ْب َ� “İşte, ey akıl ve basîret sâhibleri, siz (bundan) ıbret alın” 54 âyet -i kerîme’sinin işâret etdiği esâsdan ve Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm ’ın, Yemen’ e -vâli, kadı ( hâkim) ve zekât âmili olarak - gönderdiği Muâz ibn -i Cebel radıye’llâhü anh ’a söylediği şu sözlerden ve b unlara benzer diğer esâslardan istidlâl edilmişdir “Yâ Muâz, dâimâ tevâzu üzerinde bulun, sükûnet ile hukm et Bir müşkile uğrarsan araştır, danış, ictihad et ve re’yin ile amel eyle Eğer sıdk ile çalışırsan Allâhü Teâlâ sana tevfîkını yoldaş eyler Eğer cehd edip de kanâat verici bir re’ye varamazsan, Allâhü Teâlâ sana hakîkati açıncaya kadar inceleyip araştırmaya devam et Îcâb ederse mes’eleyi bana bildir Sakın kendi arzûlarına ve nefsine uyma Başkalarının arzûlarına da uyma Hak ve hakîkatden ayrılma Herkese karşı güzel huylu hareket et ve halka karşı iyi davranışlı ol” 55 Bu bakımdan İcmâu’ l-Ümmet, bütün müctehîdlerin kavli olduğu halde, Kıyâsü’ l-Fukahâ’, bir kaç müctehîdin veyâ tek bir müctehîdin kavli olabilir ki bunlar da yine esâsını -yukarıda belirtildiği gibi - Kitâb ve Sünnet’den alır 54 - Haşr Sûresi, âyet 2 55 -Hazreti Muhammed sallâ'llâhü aleyhi ve sellem , kendisine bir iş vereceği kimselerin il im ve irfânını yoklar, ictihâd kâbiliyyetini dener, ta'kîb edecekleri yolları anlamaya çalışır, ehil görürse vazîfeyi uhdesine tevdi' ederdi İşte bu mülâhaza ile, Yemen'e gönderdiği Muâz ibn-i Cebel radıye'llâhü anh' 'a şöyle dedi: - Yâ Muâz, oraya vardığın zaman ne ile hukm edeceksin ? Sana bir şey' sorulunca veyâ bir da'vâcı gelince onların müşkillerini nasıl halledeceks in? - Allâhü Teâlâ'nın kitâbı Kur'ân ile -Kitâb'da bulamazsan? -Rasûlü'llâh'ın Sünnet'i ile -Onda da bulamazsan? -Kendi re'yim ve ictihâdım ile hukm ederim Bu cevâbdan ziyâdesi ile memnûn olan Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm, - Allâhü Teâlâ'ya hamd -ü senâ'lar olsun ki Rasûl'ünün rasûl'ünü, Rasûl'ünün râzı olacağı şey'e muvaffak buyurdu dedi F I K I H U S Û L Ü 44 İşte, fıkhın dayandığı ve “El -Edilletü’ l-Erbea” dediğimiz “Dört Delîl” budur Bunun için böyle ulvî esâslara ve sağlam kaynaklara dayanan İslâm Hukûku, müstakil bir mâhiyete, müstakil bir asla, müstakil bir esâsa sâhib olup başka milletlerin hukûk sistemlerinden iktibâs edilmiş bir hukûk sistemi değildir Bütün özellikleri ile “ vahy ” e dayalı bir hukûk sistemidir c- Diğer Delîller Bu “Dört Delîl” in hâricinde kalıp kendisine pek az mürâceât edilen ve “Diğer Delîller” ismi ile anılan -İstihsân, İstishâb, Maslahatü’ l-Mürsele, Örf ve Âdet, Mezhebü’ s-Sahâbî ve Şerâiu’ s- Sâlife gibi - delîller de, fıkh’ın fer’î kaynaklarından olup ba’zı fıkhî mes ’elelerin hallinde yardımcı bir delîl olarak kullanılırlar ki bunların tafsîlâtı, daha sonraki bahislerde gelecekdir d- Küllî Kâıdeler Bunlardan başka bir de “Küllî Kâıdeler” vardır ki bunlar, yukarıda anlatılan delîllerden birisine müncer olması ( dayanması) ve onları te’yîd etmesi bakımından müstakil bir delîl sayılmazlar Bununla berâber Fıkıh Usûlü İlmi, bunlar gibi ba’zı muayyen kâıde ve düsturlardan da istifâde edebilir Çünkü, bu şekildeki Küllî Kâıdeler, ekseriyyetle mühmel kalmışlarsa da ( ihmâl edilmişlerse de), hakkında nass vârid olmayan ba’zı mes’elelerin hallinde, kendisine mürâceât edilecek kat ’î esâslardan ve küllî kâıdelerden sayılır ki bunlardan ba ’zıları şöyledir: َ ا ُ ْ � ُ رو ُ م َ ِ بق َ ا ه ِ د ِ ص َ ا “Bir işden maksad ne ise huküm ona göredir” 56 ِ ذ ْ ك َ ي َ�ا َ م ُ ر َ ت ى � ز َ ج َ ك ِ ذ ْ ك ِ ر ُ ك � ل ِ ه “Mütecezzî olmayan (bölünme kabûl etmeyen) bir şey’ in ba’zısını zikr etmek (bir kısmını bölmeye kalkışmak), küllünü zikr gibidir (tamâmını bölüp parçalamak gibidir) 57 56 -Mecelle, madde 2 Bu kâıde, ( إ ِ ُ َ � � ِ ب ُ لا َ م ْ ع َ� ْا ا ا � نل � اي ِ ت :Amellerin hukümleri, niyetlere göredir ) (Buhârî, Cüz’ 1 ss 4 ) hadîs -i şerîfinden istinbât olunmuşdur F I K I H U S Û L Ü 45 ُ ي َ� ْ ن َ ك ُ ر َ ت َ غ ك ْ ِ َ� ْا ُ ر ي َ ا ِ م ِ ب َ ت ِ نا َ م ْ ز َ� ْا ِ ي َغ “Zamânın teğayyürü ile ahkâm’ın teğayyürü inkâr olunamaz” 58 Bu kâıdenin aslı ,”Eşbah” da şöyledir ki doğrusu da bu esâsa uyarak amel etmekdir ُ ي َ� ْ ن َ ك ُ ر َ ت َ غ ُ ر ي ك ْ ِ َ� ْا َ ا ِ م ِ ب َ ت َ غ ِ ي ْ ا ِ نا َ م ْ ز َ� ِ ب َ ش ْ ر ِ ط َ � ْ ن َا ِ لا َُ � َ ف لا �ن ا َ و � ص ْ ل َ ق ْ ُ ْا َ د ِ عا َ و ُ كل � ل َ ة �ي “Nass ’a ve kavâıd -i külliyye’ye muhâlif olmamak şartı ile, zamânın teğayyürü ile ahkâm’ın teğayyürü inkâr olunamaz” ِ ني � دلا ِ � َ ج َ ر َ ِ َ� “Dinde güçlük (darlık) y okdur” ُ م ِ ع ِ ئا َ ر � ذلا د َ س َ ق َ ج َ ىل َ ع ٌ م � د ْ ل ِ ب ْ لان َ م َ ا ِ ع ِ ف “Sedd -i zerîa -ya’nî fitne, fesâd ve zarara sebeb olan şey’leri men’ etmek- , menfaatleri celb etmekden önce gelir” “Sedd- i Zerîa’dan dolayı haram olan bir şey’, râcih bir maslah ata mebni ’ câiz olabilir” 59 َ ا ِ تا َ رو ُ ر � ضل ُ ت ِ ب ا ُ حي ْ ل ظ ْ ح َ م ُ و ِ تا َ ر “Zarûretler, memnû’ olan şey’leri mübah kılar” 60 ُ اا َ م ِ ب ِ ة َ رو ُ ر � ضل ِ ل َ حي ُ ي َ ت َ ق ُ ر � د ِ ب َ ق ِ ر ْ د ا َ ه “Zarûretler, kendi miktarlarınca takdîr olunur” 61 ُ ي َ ت َ ح � م ُ ر َ ر � ضلا ُ ل ا ْ ل َ ا ص ِ َ � ا ِ ر َ ر َ ض ِ ل ْ ج ْ ل � ما َ ع “Zarar- ı âmmı def’ için, zarar -ı hâss ihtiyâr olunur” 62 57 -Mecelle, madde 63 “Eşbah” dan 58 -Mecelle, madde 39 "Mecâmî" den 59 -Seddü'z -zerâyi', Mâlikî Mezhebi'nde, bir delîl olarak kabûl edilir ki bu esâs, şer'an memnû' olan bir şey'e vesîle teşkil eden mübah fiillerin de me n' edilmesidir Aynı şekilde "Def'-i mefâsid, celb -i menâfî'den evlâdır" esâsına binâen, insanın, şer'an memnû' olan her hangi bir şey'e sevk edecek şey'lerden sakınmas ını gerektirir Velev ki o şey'ler, yasak olmasa bile Bu esâs, Hanefî Mezhebi'nde de kısmen mu'teber ise de kat'î sûretde kabûl edilmiş değildir Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 382 -383 Ömer Nasûhi Bilmen 60 - Mecelle, madde 21 "Eşbah" dan 61 - Mecelle, madde 22 "Eşbah" dan Her hangi bir zarûret hâli için mübah kılınan ( câiz görülen) bir şey', o zarûretin gerektirdiği miktar il e takdîr olunur Onun ötesine geçilmez Bir hastaya ve rilen her hangi bir ilaç gibi O zarûret hâli ortadan kalkınca, huküm, yine aslı üzere kalır 62 - Mecelle, madde 25 "Eşbah" dan F I K I H U S Û L Ü 46 َ ا َ ْ � ُ ة َ جا ُ ت َ ن َ م ُ ل � ز ْ ن َ ل ِ ز َ ة ع ِ ة َ رو ُ ر � ضلا َ ا ك ًة � م َ ا َ ن ْ وَأ ْ ت خ َ ا ً ة � ص “Hâcet, umûmî olsun husûsî olsun zarûret menzilesine tenzîl olunur” َ ا ْ ل َ ُ � ُة َ دا َ ع � ك َ ا ( ٌة َ م ا َ ي ِ ه ْ ي ْ ل ْ ر َ م ِ ج ِ ع ُ ع ْ نلا َ د � ن ِ ا َ ز ِ َ� � نا َ ه َ د ٌ لي ِ ل ُ ي ْ ب َ ت َ ع َ � َ لا ِ ه ْ ي ُ ْ � ْ ك ُ م ) “Âdet muhakkemdir” (ya’ni, nizâ’ zamânında âdete mürâceât olunur Çünkü o, bir delîldir ki üzerine huküm binâ’ kılınır) ” 63 ْ س ِ ا ِ ت لا ُ لا َ م ْ ع �ن ِ َ � ٌة � ج ُ ِ ِ سا ا ُ ب ْ ل ُ ل َ م َ ع َ ِ �ا “Teâmül, ya’nî nâs’ın isti’mâli bir huccet’dir ki ânınla amel vâcib olur ”64 e- Yardımcı Delîller Her biri bir şer’î delîle müstenid bulunan ve ekseriyyetle de bir çok delîllerin teteb bu’ ve istkrâ’sı netîcesinde bir kâıde hâline getirilmiş olan bu küllî kâıdeler, 65 insanda, hukûk fikrinin inkişâf etmesine vesîle olduğu gibi, bir çok hâdiselerin hukümlerini, en doğru bir şekilde, ta ’yîn etmeye de yardım eder Aynı zamanda fıkıh erbâbına ve hukûkculara da, büyük bir rehber mesâbesinde bulunur Bu bakımdan Hanefî Fıkhı esâslarına göre hazırlanmış bulunan “ Mecelle ” nin ilk doksandokuz maddesi de, birer küllî kâıde olup ba’zı mes ’elelerin hallinde -fıkıhcılara ve bi’ I-hâssa hukûkculara - yardımcı delîl olurlar 66 Fakat bu şekildeki kâıdeleri iyice araştırıp incelemeden tatbik etmek, büyük hatâlar doğurabilir Bunun için bu noktaya gâyet iyi dikkât etmek lâzımdır Bu sebebden dolayı da, Hanefî Mezhebi’nin esâslarına istinâden hazırlan an “Mecelle ” nin mazbatasında, Cevdet Paşa ve arkadaşları, 63 - Mecelle, madde 35 "Eşbah" dan Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 267 Ömer Nasûhi Bilmen 64 - Mecelle, madde 36 "Mecâmî" den 65 - Tetebbu' : Bir şey'i etraflıca tetkîk etme, mâhiyetini anlamaya çalışma, etraflıca inceleme, bir şey' hakkında geniş bilgi edinme; İstikrâ' : Tümevarım, bir şey' hakkında araştırma yaparak istenilen bilg iyi, istenilen netîceyi elde etme; İstidlâl: Bir delîle dayanarak bir şey'den bir huküm, bir netîce ç ıkarma, bir şey'i delîl ile anlama 66 -Mecelle: Oniki ciltlik meşhûr târihi ile şöhret kazanmış olan Cev det Paşa'nın başkanlığı altındaki bir hey'et tarafından Hicrî 1285 -1293 (Mîlâdî l869 -1876) yılları arasında, Hanefî fıkıh kitâblarından toplanarak kaleme alınmış bir kânûn kitâ bıdır Bu kitâb, Padişâh'ın "Mûcebince amel oluna" irâdesi ile çıkarılmış bir maddelik fıkhın ta'rîfinden, d oksandokuz maddelik küllî kâıdelerden ve (1851) maddelik onaltı kitâbdan meyda na gelmiş bir eserdir F I K I H U S Û L Ü 47 Mecelle ’nin küllî kâıdeleri arasında bulunan bu delîller ( kâıdeler) hakkında, “Hukkâm-ı şer’ î (şer’î hâkimler), bir sarih nakl bulamadıkca yalnız bunlarla hukm edemez” derler Aynı şekilde, eski fıkıh kitâblarını aynen nakl ederek Mecelle şerhi yazan son devrin Fetvâ Emîni Haydar Molla da, “Bu kavâıd ve zevâbıtın muktezâsı ile iftâ’ etmek, müftîye helâl değildir Belki nakl -i sarih bulmak lâzımdır” der ve her maddenin şerhini yaparak nasıl kul lanmak lâzım geldiğini bildirir Meselâ, ْ س ِ ا ِ ت لا ُ لا َ م ْ ع �ن ُ ِ ِ سا � ج ا ُ ب ِ َ � ٌة ْ ل ُ ل َ م َ ع َ ِ �ا “Teâmül, ya’nî nâs’ın isti’mâli bir huccetdir ki ânınla amel vâcib olur ” maddesini, “Nâs’ın isti’mâli, şer’ a ve nass-ı fukahâya muhâlif olmayan husûslarda, huccetdir” şeklinde şerh edip bu maddenin kullanılış şeklini, açık bir şekilde îzah edip gösterir f- Arab Dili ve Edebiyâtı Kur ’ân -ı Kerîm’in Arabca nâzil olması, Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm ’ın Arab’lar içerisinden gö nderilmesi ve onlara Arabca hitâb etmesi hasebiyle de, Arab Dili ve Edebiyâtı, Fıkıh Usûlü İlmi’ nin en belli başlı yardımcılarındandır Bu bakımdan fıkıh sâhâsında selâhıyyetli bir mevki’ işkal edebilmek için Arab Dili ve Edebiyâtı’nı da, bütün fesâhat ve belâğati ile bilmek şartdır    F I K I H U S Û L Ü 48  ِ إ او ُن َ مآ َ ني ِ ذ � لا ا َ ه ي َ أ ا ِ ي ْ ن ُ وق �ت َ ت ا ْ ل َ ع َْ � َه للا َ ل ْ ن َ ع ْ ر � ف َ ك ُي َ و ًانا َق ْ ر ُ ف ْ م ُ ك ْ م ُ ك ِ تا َئ �ي َ س ْ م ُ ك ْ م ُ ك َل ْ ر ِ ف ْ غ َي َ و ط ِ مي ِ ظ َ ع ْلا ِ ل ْ ض َ ف ْلا و ُذ ُه للا َ و “Ey îmân edenler, eğer Allâh’dan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü (hakk ile bâtılı) ayırd edecek bir anlayış (bir ma’rifet ve nûr) verir, suçlarınızı örter ve sizi mağfiret eder Allâh, büyük lûtuf ve ihsân sâhibidir” 67  67 -Enfâl, 29 F I K I H U S Û L Ü 49 İ K İ N C İ B Ö L Ü M İ K İ N C İ B Ö L Ü M Ş e r ‘ î D e l î l l e r ) ِ د َ� ْ َا � ل ُ ة ِ ع ْ ر � شلا � ي ُ ة ( “Delîl” kelimesinin anlamı Fıkıh Usûlü İlmi’nin esâsını teşkil eden “Şer’î Delîller” i îzah etmeden evvel “Delîl” kelimesinin ifâde etdiği ma’nâ üzer inde biraz durmak lâzımdır Şöyle ki: ( َ اي ِ ل � دل ُ ل : Ed- Delîl ) :Lügatde, hissî veyâ ma’nevî her hangi bir şey’ e doğru yol gösterici, hidâyet edici, irşâd edici ma’nâlarınadır ki belge, şâhid, tanık ve kılavuzluk etm ek ma’nâlarına da gelir Cem’ i, ( َ ا ْ َ � ِ د � ل ُ ة : El -Edille ) dir İstılahda ise, kat’î veyâ zannî olarak ameliyyât’a müteallik şer’ î hukümleri sahîh bir nazar ile istidlâl etmek ma’nâsınadır 68 Bu bakımdan şer’î delîller, sahih bir nazar ile bilinmesi istenilen şer ’î bir hukme, insanı kavuşturan Kur’ân, Sünnet, İcmâu’ l-Ümmet ve Kıyâsü’ l-Fukahâ’ dan her hangi biridir 69 Meselâ, 68 - İsdidlâl : Delîl taleb etmek, delîle nazar etmek ve bir delîle d ayanarak bir şey'den bir huküm, bir netîce çıkarmak ma'nâlarınadır Eserden müessire, müessirden esere zihnin intikâline de, istidlâl denir Meselâ, güneşin yer yüzündeki ziyâsından güneşin doğmuş olduğunu anlamak gib i 69 - Şer'î huküm : Bizim gibi kulların fiillerine teallûk eden ve Şârî -i Mübîn'in hitâbı ile sâbit olan farziyyet, vücûb, nedb, ibâha, hıll, kerâhet, hurmet , sıhhat, fesat, butlan gibi şey'lerden her hangi biridir Meselâ, mükellef bir kimsenin yaptığı bir ibâdetin farz veyâ vâcib veyâ sünnet olduğunu; akd etdiği bir muâmelenin sahih veyâ fâsid, nâfiz veyâ gayr -i nâfiz bulunduğunu, ancak Şârî -i Mübîn'in o hususdaki beyânı ile ( açıklaması ile) bilebiliriz ve ona göre hareket ederiz F I K I H U S Û L Ü 50 اف ْ ن ط ا َ م او ُ ح ِ ك َ ا َ ب َ ل لا َ ن ِ م ْ م ُ ك � ن ِ ءا َ س “Kadınlardan, size helâl olanlar ile evleniniz (size helâl olanları nikâh ediniz) ” 70 âyet- i kerîmesi, nikâh ile evlenme konusunda, şer’î bir delîldir Bu âyet -i kerîmeye nazar edince, izdivâcın ( evlenmenin) meşrû’ ve helâl bir muâmele olduğunu anlamış oluruz Naklî ve Sem’î Delîller Kitâb ile Sünnet’ in ihtivâ etdiği delîller e ( َ ا ْ ِ د َ� � ل ُ ة ا � ي ِ ع ْ م � سل ُ ة َ و � نلا ْ ق ِ ل ُ ة �ي : Naklî ve Sem ’î Delîller ) denir ki bunlar, Şârî -i Mübîn’den hem sübûtları ve hem de birer şer’î hukme delâletleri i’tibâriyle dört kısımdırlar 71 Bunun için matlûbu ( istenilen şey’i) isbât etmek bakımından kuvvetleri de birbirinden farklıdır Şöyle ki: 1-Hem sübûtu, hem de ma’nâya delâleti kat’î olan delîller Bunların, hem Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’dan sübûtu kat ’îdir, hem de şer’î bir huküm üzerine delâletleri kat’îdir Her ikisinde de en ufak bir şübhe yokdur Müfesser ve Muhkem olan -ya ’nî hiç bir vechile te’vîle ihtimâli olmayan - Kur’ân âyetleri ile sarih ( açık) ve mefhûmları ( anlamları) kat’î olan Mütevâtir Sünnet ve Hadîs’ ler gibi 72 Böyle delîller ile sâbit olan hukümler, “Farz ” vayâ “Haram ” olur ki bunların farz veyâ haram oluşları, hem ilim, hem i’tikâd, hem de işlenmesi veyâ işlenmemesi cihetinden farz veyâ haramdır Bu bakımdan bu şekildeki delîller ile sâbit olan -farz veyâ haram gibi - hukümleri inkâr etmek, küfrü îcâb etdirir Aynı zamanda farzı yapanlar ile haramı yapmayanlar sevâb, bunların aksini yapanlar ise azâb kazanırlar Meselâ, beş vakit namaz kılmanın farz olduğuna inanmak, hem ilim, hem de i ’tikâd yönünden kat’î farz olduğu gibi, amel yönünden beş vakit namazı kılmak da kat’î farzdır Bunu terk etmek, hiç bir 70 - Nisâ' Sûresi, âyet 3 71 -Sübût : Bir şey'in sâbit olması, gerçekleşmesi demekdir ki burada, şer'î bir delîlin Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'dan südûrunun kat'î sûretde sâbit olması ma'nâsınadır 72 -Tevâtür : Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'dan zamânımıza kadar, hiç bir şekilde yalan üzere ittifakları câiz olmayan ve görülmeyen büyük bir cemâat tarafından nesilden nesile nakl edilerek gelen haberlere denir ki Kur'ân -ı Kerîm'in tamâmı ile mütevâtir Sünnet ve Hadîs'ler böyledir F I K I H U S Û L Ü 51 zaman helâl değildir Yapana sevâb, özürsüz terk edene de azâb lâzım gelir İnkâr etmek ise, küfrü îcâb etdirir ki bundan şiddetle sakınmak lâzımdır 2-Sübûtu kat’î, delâleti zannî olan delîller Bunların sübûtları, -tevâtür ile olduğu cihetle - kat’îdir Fakat lâfızları, birden fazla ma’nâ ifâde etdiği için, şer’î bir huküm üzerine delâletleri zannîdir Bunlardan hangisini ifâde etdiği kat’î değildir Bunun için de böyle delîllere, şübheli delîl denir Fakat bu şübhe, sübût cihetinden değil, aynı ma’nâya delâlet noktasındandır 73 “Müevvel” denilen ( te’vîle müsâid olan, bir kaç ma’nâya gelen ) Kur’ân âyet’ leri ile Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’dan tevâtüren menkûl olduğu halde lâfızları müevvel olan hadîsler gibi Böyle delîller ile sâbit olan hukümler, “Vâcib” veyâ “Tahrîmen mekrûh” olur ki bunların vâcib veyâ tahrîmen mekrûh oluşları, ilim ve i ’tikâd yönünden farz olmayıp vâcibdir Bu bakımdan böyle delîller ile sâbit olan hukümleri inkâr etmek, küfrü îcâb etdirmez Fakat böyle bir fiilde bulunan bir kimse, ma ’sıyetde kalır ki bundan şiddetle sakınmak lâzımdır 74 Çünkü delîli kat’î olmayıp zannîdir Bununla berâber amel cihetinden ( işlenmesi veyâ işlenmemesi cihetinden ) “Farz ” dır Terki a slâ câiz değildir Terk eden âsim ve günahkâr olur Aynı zamanda vâcibi yapanlar ile tahrîmen mekrûh olan bir şey’i yapmayanlar sevâb, bunların aksini yapanlar ise günah ( azâb) kazanmış olurlar Meselâ, vitir namazı kılmak, amelen farzdır Terki câiz değildir Terk eden âsim ve günahkâr olur Aynı zamanda kazâsı da vâcibdir Fakat ilmen ve i ’tikâden farz değildir Çünkü delîli kat’î olmayıp zannîdir Bu bakımdan bunu inkâr etmek, küfrü îcâb etdirmezse de böyle bir kimse ma’sıyetde kalır Bunun için vitir namazını kılana sevâb, terk edene de azâb lâzım gelir Aynı şekilde abdest alırken başın dörtde birini mesh etmek de böyledir Başa mesh etmek, kat’î delîl ile sâbit olduğundan kat’ î farzdır Bunun için bunu inkâr etmek, küfrü îcâb etdirir Başın dörtde birini mesh etmek ise, zannî delîl ile sâbit olduğundan vâcibdir Bunu inkâr eden ise, kâfir olmayıp ma’sıyetde kalır, âsim ve günahkâr olur 73 -Meselâ, Kur'ân -ı Kerîm'de zikri geçen ( ق و رء : Kurû’) kelimesi, hem "Hayz", hem de "Tuhr: Temizlik" ma'nâlarına geldiğinden iki ma'nâ arasında müşterek bir lâfızdır Bunlardan birisin e delâleti, kat'î değildir Bunun için de delâleti, za nnîdir 74 -Ma'sıyet: Âsî olmak, itâatsiz olmak, isyân etmek ve günah işlemek hâlind e bulunmak, ma'nâlarınadır F I K I H U S Û L Ü 52 Buradaki zannî olan bu delîl, müctehîdler arasında o kadar kuvvet bulmuşdur ki hemen hemen kat’î olan delîle yaklaşmışdır Bu bakımdan bu kadar kuvvetli zannî bir delîl ile sâbit olan bu huküm de, farz gibi olur Bunun için de bu şekildeki zannî delîller ile sâbit olan hukümlere “Amelî Farz” denilmişdir Böyle olduğu için de başın dörtde birini mesh etmek, farz gibidir Bunu yapmayıp da az bir yerini - meselâ bir iki telini - mesh edivermek câiz olmaz 75 3-Sübûtu zannî, delâleti kat’î olan delîller Bunların, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’dan sübûtu, mütevâtir ve meşhûr hadîsler kadar, kuvvetli ve kat’î değildir Fakat ma ’nâya delâletleri ( bir huküm üzerine delâletleri ) kat’îdir Bir kaç ma ’nâya ihtimâli yokdur Haber -i âhad kabîlinden olup âhad tarîkıyle ( bir kişi tarafından ) rivâyet olunan ve lâfızları müfesser veyâ muhkem olan hadîsler ve hab erler gibi Böyle delîller ile sâbit olan hukümler de, yine “Vâcib” veyâ “Tahrîmen mekrûh” olur ki aynı hukümleri ihtivâ eder 4-Sübûtu da, delâleti de zannî olan delîller Lâfız bakımından bir kaç ma’nâya ihtimâli bulunan ve âhad tarîkıyle rivâyet edilmiş olan hadîsler ve haberler gibi Böyle delîller ile sâbit olan hukümler de, sünnet veyâ müstehâb olur ki bunlardan, müekked sünnet’ leri (kuvvetli sünnet’ leri) yapanlar, farz ve vâcib’den az sevâb kazanırlar Bile bile terk edenler de, itâba ve Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın tekdîrine uğrayıp rüsvay olurlar Müstehâb , sünnetin müekked olmayan ( kuvvetli olmayan) kısmıdır ki buna, - Mendûb, Nâfile, Âdâb, ve Tatavvû’ - da denir Nâfile namaz 75 - Vâcib, üç kısımdır: 1- Kat'î delîl ile sâbit olmayan, fakat kuvvetli bir zannî delîl ile sâbit olan vâciblerdir ki buna, amelî farz da denir Vitir namazı kılmak, abdest alırke n başın dörtde birini mesh etmek gibi 2-Amelde birinci kısmın ya'nî amelî farzın aşağısında olan ve müekked sünnetlerin de üstünde bulunan vâciblerdir ki -fevti ile cevâz fevt olmayan, ya'nî yapılmadığı zam an câiz olması ortadan kalkmayan, şey' - dir Namazda Fâtiha okumak, vitir namazında kunut tekbîr i almak ve kunut duâsı okumak, bayram namazlarında zâid tekbîrleri almak ve sehv hallerinde sehv secdesi ile tamamlanması mümkün olan diğer vâcibleri yapmak gibi Bu nlar unutulsa bile namaz yine câizdir, sahih olur Fakat sevâbı noksan olur Bununla berâber bu vâciblerden birisini, bile bile kasden terk eden bi r kimsenin, o namazı iâde etmesi ( yeniden kılması) lâzım gelir İâde etmezse tahrîmen mekrûh olup ikâba (azâba) müstehık olur 3-Fıkıh kitâblarında bir ıstılâh olarak kat’î farz ma’nâ sında kullanılan vâciblerdir ki bu gibi yerlerde bir istılâh olarak kullanılan “Vâcib” lâfzı, “Kat’î farz” ma’nâsınadır F I K I H U S Û L Ü 53 kılmak ve oruc tutmak gibi Bunları yapanlar sevâb kazanırlar Yapmayanlara ise, bir şey’ lâzım gelmez Müekked olmayan sünnetleri veyâ müstehâbları yapmamak da, tenzîhen mekrûhdur Sağ eli ile sümkürmek ve burnunu temizlemek gibi ki bunları yapmayanlar da, müstehâb’ları yapanlar gibi sev ab kazanırlar Kat ’î ve Zannî delîller Yukarıda zikri geçen Naklî ve Sem’î delîllere, kat’î veyâ zannî denilmesinin sebebi, delîllerin kat’î ve zannî diye iki kısma ayrılmalarındandır Bunun için şer’î delîller, aşağıdaki şekilde, ya kat’ î olur lar veyâ zannî olurlar a- Kat ’î delîller Medlûl’ den (hakkında delîl getirilen şey’ den) ihtimâli yok etdiği için bi -lâ -şekk ( şübhesiz olarak ) makbûldürler Meselâ, َ فا ْ قا ُ وأ َ ر َ ت ا َ م ا َ ن ِ م َ ر � س َي ْ ل ِ نآ ْ ر ُ ق “Kur ’ân’dan kolay geleni okuyu nuz” 76 âyet -i kerîme’ si ile, َ ر َ ر َ ض َ� َ و ِ م َ� ْ س ِ ل ْا ِ � َ را َ ر ِ ض َ� “İslâm Dîni’nde (Müslümânlık’da) ibtidâen zarar olmadığı gibi, mukâbele ile de zarar yokdur (câiz değildir)” 77 hadîs -i şerîfi, kat’î bir delîl ( ya’nî kat’î bir esâs, kat’î bir asl, kat’î bir nass ) dır ki böyle delîller ile sâbit olan hukümler de kat’î olur b- Zannî delîller Medlûl’den ihtimâli yok etmediği için mutlakâ kendisinde bir şekk ( bir şübhe) vardır Bunun için böyle delîller, kat’î bir delîle ( kat’î bir esâsa, kat’î bir asla, kat’î bir nassa ) dayanmadıkca makbûl olmazlar Ancak kat ’î bir delîle ( kat’î bir esâsa, kat’î bir asla, kat’î bir nassa ) dayanırlarsa o zaman makbûl olurlar Meselâ, َ ة َ� َ ص َ� ْ ن َ م ِ ل ْ َ � َ ي ْ ق َ ر ْ ا ِ بف َ ا ا ِ ة َِ � ْ لت ِ ك َ ا ِ ب 76 - Müzzemmil Sûresi, âyet 20 77 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 6 ss 378 Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 54 “(Namaz ’da) Fâtihatü’ l-Kitâb’ı okumayan kimsenin namazı yokdur ” 78 hadîs -i şerîfi, zannî bir delîl ( zannî bir esâs, zannî bir asl ) dır ki böyle delîller ile sâbit olan hukümler de zannî olur Buna göre kat’î bir esâsa ( kat’î bir asla) dayanmayan zannî bir delîl, kat’î bir esâsa ( kat’î bir asla ) muhâlif olursa sâkıt olur, ( ya’nî huküm ve i’tibârdan düşmüş, hukümsüz kalmış olur ) Kur’ân -ı Kerîm’in umûmuna muhâlif olan hadîs -i şerîfler gibi Meselâ, ْ ن َ م ِ ل َة َ� َ ص َ� ْ َ � َ ي ْ ق ْ ُ ا َ ر ِ بف َ ا ا ِ ة َِ � ْ لت ِ ك َ ا ِ ب “(Namaz ’da) Fâtihatü’ l-Kitâb’ı okumayan kimsenin namazı yokdur ” hadîs -i şerîfi, اَف ْ قأ َ ر ُ وا َ م ا َ ت َ ر � س َي ا َ ن ِ م ْ ل ُ ق ِ نآ ْ ر “Kur ’ân’dan kolay geleni okuyunuz ” 79 âyet -i kerîmesinin umûmuna muhâlifdir Bu bakımdan İmâm A ’zâm rahmetü’llâhi aleyh , bu hadîs-i şerîf ile amel etmemişdir 80 78 - Bu hadîs -i şerîf'in başka bir ifâde şekli ( ِ ب � � ِ ا َ ة� َ ص� َ اف ِ ة َِ �ا ْ ل َ ات ِ ك ِ ب : Fâtihatü'l -Kitâb'sız namaz yokdur ) şeklindedir Bunun için farz namazların birinci ve ikinci rik’atle ri ile sünnet ve nâfile namazların her rik’atinde Fâtiha okumak vâcib’dir Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tacrîd -i Sarih Tercemesi, C 2 ss 733 (422 nolu ha dîs-i şerîf ve îzâhı) Ahmed Naim 79 - Müzzemmil Sûresi, âyet 20 80 -Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'dan tevâtüren gelen ve kat'î bir esâs (kat'î bir asl) olan ( ل َ صا ُ و َ كا َ م ْ يَأ َ ر ُ ت ُ م ِ �و � ل َ ص ُاي :N amazı benden gördüğünüz gibi kılın" hadîs-i şerîfinde ve namaz ile ilgili diğer hadîs -i şerîflerde belirtilen esâslara binâen namazda -mutlak olarak - kırâet (ya'nî Kur'ân okumak): a - İmâm A'zâm Ebû Hanîfe'ye göre, -ister Fâtiha ile, ister diğer sûre'ler ile, ister âyet okuma k ile olsun - namazın yalnız ilk iki rek'atinde vâcibdir ( farzdır) b- İmâm Şâfiî ile İmâm Ahmed ibn -i Hanbel'e göre, namazın her rek'atinde vâcibdir ( farzdır) c-İmâm Mâlik'e göre ise, kendisinden gelen iki rivâyetin b irinde, musallî (namaz kılan kimse) , namazın bir rek'atinde kırâeti terk edecek olursa, sehv secdesi lâzım g elir Diğerinde ise, yalnız sabah namazında rek'atin birinde kıraeti terk ederse, yen iden kılar Bu husûslar (bu hukümler), hem imâm olan (namaz kıldıran), hem de münferid olan (yalnız namaz kılan) kimse hakkındadır Me'mûm olan (imâma uyan) kimse hakkında ise, bu durum şöyledir a- İmâm A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed ibn -i Hanbel'e göre -hem salâtü'l - cehriyyede (açık ve sesli kılınan namazda), hem de salâtü's -sırriyyede (gizli ve sessiz kılınan namazda)-, me'mûma, kırâet vâcib değildir Hattâ İmâm Mâlik, salâtü'l -cehriyyede, me'mûmun kırâetini mekrûh görmüş, İmâm Ahmed ibn- i Hanbel ise, salâtü's -sırriyyede, me'mûmun kırâetinin müstehâb olduğuna kâil o lmuşdur F I K I H U S Û L Ü 55 Bunun için şer’ an ma’lûm olan kat’î bir esâsa ( kat’î bir asla ), muhâlif olan bir hadîs -i şerîf ile amel olunmaz Böyle hadîs -i şerîfleri kabûl etmek husûsunda ihtiyatlı davranmak lâzım gelir Çünkü râvî’ nin hatâ etmek ihtimâli vardır Şer’î Delîller Delîller, bir de “Şer’î ve Aklî delîller” diye ayrıca iki kısma daha ayrılırlar ki bizim burada üzerinde duracağımız kısım, “Şer’î delîller” dir Bunlara “Naklî ve Sem’î delîller” de denir Fıkıh Usûlü İlmi’nin asıl dayanak noktasını teşkil eden bu şer’ î delîllerin en başında Kitâb, Sünnet, İcmâu’ l-Ümmet ve Kıyâsü’ l- b- İmâm Şâfiî'ye göre ise, salâtü'l -cehriyyede, me'mûmun kırâeti, sahîh görülen iki kavle nazaran vâcib, salâtü's -sırriyyede ise, me'mûmun kırâeti, cezmen (kesinlikle) vâcib'dir    Namazda kırâetin vücûbu hakkındaki ihtilâf, -sebeb ve delîlleri yukarıda zikr edilmemekle berâber - özetle bu şekilde olduğuna göre, konumuz olan hadîs -i şerîfe binâen de namazda Fâtihatü'l -Kitâb 'ı okumak, a- İmâm A'zâm Ebû Hanîfe'ye ve mensûbları olan Hanefî'lere göre , namazın ilk iki rek'atinde vâcibdir Terki hâlinde namaz sâkıt olursa da terk eden kimseye ism (günah) lâzım gelir Çünkü bu hadîs -i şerîfdeki nefiy, kemâlin nefyine mahmüldür, ya'nî Fâtiha okunmazsa, namaz tam ve kâmil bir namaz olmaz Güdük olup sevâbı noksan olur İmâm A'zâm Ebû Hanîfe'ye göre, kırâetde farz olan -( � ما َ ه ْ د ُ م َ ات ِ ن ) gibi kısa da olsa yine- bir âyetdir İmâmeyn'e göre ise, ya uzun bir âyet veyâ üç kı sa âyetdir Yine bunlara göre, kırâetin farziyyeti, yalnız ilk iki rek'atdedir Son iki rek'atde ise hâssaten Fâtiha okumak s ünnetdir Musallî, Fâtiha yerine tesbîh ile meşkûl olu r veyâ sükût ederse, namaz yine câiz olur b- İmâm Şâfiî ve mesûbları olan Şâfiî'lere göre de, musallî, ist er münferid, ister imâm, isterse me'mûm olsun, kıldığı namaz da ister sırrî, ister cehrî olsun, her rek'atde Fâtiha okumak bir rükündür (farzdır) Çünkü konumuz olan hadîs -i şerîfde, namazda Fâtiha okumayan musallînin namazı, nefy olunuyor Bu nefiy ise, namazın sıhhatinin nefyine mahmüldür , ya'nî Fâtiha okunmazsa, namaz sahîh olmaz ve yeniden kılınması lâzım gelir c- İmâm Mâlik ve mensûbu olan Mâlikî'lerin de, meşhûr olan mezh ebi, Şâfiî'lerinki gibidir    Gerek konumuz olan bu hadîs -i şerîfde ve gerekse buna benzer diğer hadîs -i şerîflerde, Fâtihâ'sız kılınan namazın olmayışını, bütün imâmlar (bütün müctehîdler), -ittifâk ederek - bir noksanlık olarak kabûl etmişlerdir Fakat, a- Hanefî'ler, bu noksanlığı namazın zâtına (ya'nî sıhhatine) değil, vasfına (ya'nî kemâline) hamlederler ve buna delîl olarak da " َ ف ْ قا ُ وأ َ ر ا َ م ا َ ت َ ر � س َي َ ن ِ م ْ لا ُ ق ِ نآ ْ ر :Kur'ân'dan kolay geleni okuyunuz" âyet -i kerîmesini gösterirler Bunun için de namazın ilk ik i rek'atinde Fâtiha okumak, vâcibdir, derler b- Şâfiî'ler ise, bu noksanlığı namazın vasfına (ya'nî kemâline) değil, zâtına (ya'nî sıhhatine) hamlederler ve buna delîl olarak da, yukarıda zikri geçen hadîs-i şerîfi gösterirler Bunun için de, namazın her rek'atinde Fâtiha okumak, bir rükündür ( bir farzdır), derler Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i sarih Tercemesi, C 2 ss 734-7 35 (422 nolu hadîs-i şerîf ve îzâhından) Ahmed Naim F I K I H U S Û L Ü 56 Fukahâ’ gelir ki bunlara ( َ ا َ ْ � � ل ِ د ُ ة َ ع َ ب ْ ر َ� ْا ُة :El-Edilletü’ l-Erbea : Dört Delîl ) denir Bunların dışında kalan ve müctehidler arasında huccet olmaları ( delîl olmaları ) tamâmen veyâ kısmen kabûl edilip edilmeyen bir kısım delîller daha vardır ki bunlar, şer’î hukümleri isbât etme husûsunda tâlî derecede ( ikinci derecede ) birer delîl sayılırlar veyâ sayılmazlar Bu şekilde olan delîllerden de ba’zı hallerde -belli şartlar dâhilinde - istifâde edilir Bu bakımdan Fıkıh Usûlü İlmi’nin esâsını teşkil eden ve ileride geniş îzahları gelecek olan Şer’î delîller, tetebbu’ ve istikrâ’ cihetinden aşağıdaki kısımlara ayrılırlar ki şunlardır: 81 1- El-K i t â b ( َ ا ْ لت ِ ك َ ا ُ ب ) K i t â b’ dan maksad, - Fıkıh Usûlü İlmi’ne göre - Kur’ân -ı Kerîm’ dir 2- Es-S ü n n e t ( َ ا سل � ن ُ ة ) S ü n n e t’ den maksad, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın sözleri, fiilleri ve ba’zı hâdiseler karşısında sükût buyurmuş oldukları şey ’lerdir 3- İcmâu’ l-Ümmet ( ْ ج ِ ا َ ا ُ � ْا ُ � م ِ ة ) Bir asırda yaşayan İslâm müctehîdlerinin şer’î bir huküm üzerinde aynı hukme vararak ittifak etmeleri keyfiyyetidir 4- Kıyâsü’ l-Fukahâ’ ( يِ ق َ اا ُ س ْ ل ُ ف َ قه َ ا ِ ء ) İki ma’lûm şey’den birinin mensûs olan ( nass ile sâbit olan) hukmünü ( ya’nî bu hukmün mislini ), aralarındaki müşterek illet’ den dolayı diğerine de ictihâd sûretiyle izhâr et mek (tatbîk etmek ) dir 5- El-İ s t i h s â n ( َ ا ِ ْ � ا َ س ْ ح ِ ت ْ س ُ ن ) 81 -Tetebbu' : Bir şey'in arkasını bırakmıyarak gereği gibi inceleyip araştırmak, bir şey'i, etraflıca tetkîk etmek, mâhıyetini anlamaya çalışmak, etraflıca incelemek, bir şey' hakkında geniş bilgi edinmek İstikrâ' : Bir cinsin ekseriyyetrinde müşâhede olunan bir keyfiyy eti umûma şâmil kılıp o cinsin ekseriyyetine isnâd etdirerek isbât etmek, tümeva rım, bir şey' hakkında araştıma yaparak istenilen bilgiyi, istenilen netîceyi elde etmek Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 124 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit F I K I H U S Û L Ü 57 Celî Kıyâs’a muhâlif olan bir delîl veyâ Hafî Kıyâs demekdir ki kıyâsı bırakarak nâsa ( insanlara) daha muvâfık olanı iltizâm etmekdir Bununla berâber Hafî Kıyâs’ dan daha eamm (daha umûmî) dir 6- El-İ s t i s h â b ( َ ا ْ ح ْ ص ِ ت ْ س ِ � َ ا ُ ب ) Mâzîde sâbit olup daha sonra zâil olduğu bilinmeyen bir şey’ in hâlâ devam üzere sayılmasıdır, ( aslı üzere kalmasıdır) 7- El-Örf ve’ l-Âdet ( َ ا ْ ل َ و ُ ف ْ ر ُ ع ْ لاع َ ا َ د ُ ت ) Ö r f : İnsanlar arasında tanınmış, güzel görülmüş, redd ve inkâr edilmeden tekrar tekrar yapılagelmiş şey’ dir ki buna “Ma ’rûf ” da denir Diğer bir deyimle de, aklen ve şer’an müstahsen olan, selim akıl sâhibleri yanında münker olmayan şey’ dir  d e t : İnsanlar arasında alışılagelen her hangi bir şey’ , her hangi bir işdir ki buna “Teâmül” de denir Diğer bir deyimle de, şer’ a ve akla muhâlif olmayan ve fâidesi açıkca görülüp bilinen güzel ve iyi işlerdir ki buna “Hasen olan (güzel olan ) âdet ” d e denir Zıddı ise, “ Kabih olan (çirkin olan) âdet” dir 8- El -Maslahatü’ -Mürsele ( َ ا ْ ل ْ ص َ م َ لا ُ ة َ ح ْ ل َ س ْ ر ُ م َ ل ُ ة ) Hakkında muayyen bir şer’î huküm bulunmayan ( ya’nî şer’ -i şerîf tarafından ne i’tibâr, ne ibtâl ve ne de ilgâ’ edildiği ma’lûm olmayan, kendi hâline bırakılmış gibi bir durumda olan ) bir hâdise hakkında, maslahat îcâbına göre huküm vermekdir 9- Mezhebü’ s-Sahâbî ( ح � صلا ُ ب َ ه ْ ذ َ م َ ا ِ ب ) Ashâb -ı Kirâm’ın sözleri, fetvâlartı ve dînde ta’kîb etdikleri yoldur 10-Şer’aiu’s -Sâlife ( ِ ة َ ف ِ لا � سلا ُ ع ِ ئا َ ر َ ش ) veyâ Şer’u men Kablenâ ( ْ ن َ م ُ ْ ر َ ش َ ان َل ْ ب َ ق ) Bizden evvelki milletlerin peygamberleri vâsıtasıyle kendilerine teblîğ edilmiş olan şerîatlerdir 82 İstidlâl’de Delîl’ in mertebeleri Cumhûru’ l-Ulemâ’ , her hangi bir mes ’eleyi, şerîat hukümlerine göre halledebilmek için, evvelâ Kur’ân-ı Kerîm ’e, onda bulunmazsa Ahâdîs -i Nebeviyye ’ye, onda da bulunmazsa Müctehidîn -i Kirâm’ın ictihâd’ ına (ya’nî İcmâu’ l-Ümmet’ e) mürâceat edilmesini, şâyet on da 82 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 6 ss 516 Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 58 da bulunmazsa Kıyâsü’l-Fukahâ’ ya mürâceat edilerek işin ( mes ’elenin ) akıl yolu ile halledilmesini, ittifakla kabûl ve tasdîk etmişlerdir Bununla berâber bu dördüncü yolun ( ya’nî Kıyâsü’ l- Fukahâ’nın ), diğer üç delîle dayanması ve onlara aykırı olmaması şartdır Cumhûru’ l-Ulemâ’, bu kabûl ve tasdîkdeki tereddüdsüz kuvvetini, Kur ’ân -ı Kerîm’in şu âyet -i kerîmesinden almış ve ona göre hareket etmişdir: ي َاا َي � لا ا َ ه ن َ مَأ َ ني ِ ذ ُ و عي ِ ط َا ا ُ و عي ِ ط َا َ و َ �ا ا ُ و ِ م ِ ر ْ م َ� ْا ِ � ُ وا َ و َ لو ُ س � رلا ا ْ ن ُ ك ْ م ج ِ ا َف َ ت ْ نن َ ا ْ ع َ ز ُ ت ء ْ ي َ ش ِ � ْ م َ ف د ُ ر ُ و ُ ه ِ ا ْ ن ِ ا ِ لو ُ س � رلا َ و ِ �ا َ � ُ ك ْ ن ْ م ُت ْ ؤ ُ تن ِ م ُ و ِ � ِ اب َ ن ْ لا َ و ِ ر ِ خ َ� ْا ِ م ْ و َ ي ط ُ ن َ س ْ ِ َا َ و ٌ ر ْ ي َ خ َ ك ِ ل َ ذ َ ت ً�ي ِ و ْا “Ey îmân edenler, Allâh’a, Rasûl’üne (Muhammed aleyhi’s- selâm’ a) ve sizden olan emir sâ hiblerine (ulü’l-emre) itâat edin Eğer (dîne âit işlerinizden) bir şey’ hakkında ihtilâf ederseniz, hemen onu Allâh’ a (Allâhü Teâlâ’nın kitâbı Kur’ ân’a) ve Rasûl’üne (Rasûl’ünün Sünnet’ ine) döndürün (mürâceat edin) Eğer Allâh’ a ve Âhiret Günü’ne inanıyorsanız Bu mürâceat, (sizin için) hem hayırlı, hem de sizin huküm ve te’vîlinizden daha iyidir” 83 83 - Nisâ' Sûresi, âyet 59 Bu âyet -i kerîme'deki Ulü'l-Emr 'den murad, Müslümânlardan olan "Halîfeler, Kadılar, Âlimler, Kumandanlar ve bunlar gibi hakk ve adâlet ile hareket eden bütün emir sâhibleri" dir Bu bakımdan hakk ve adâlet ile hareket eden bu emir sâhiblerine, insanların itâat etmesi vâcibdir ( farzdır ) Çünkü âyet -i kerîmenin hukmü, bunu îcâb etdirmektedir Fakat hak k ve adâlet ile hareket etmek şartdır Diğer bir rivâyetde de, Ulü’l -Emr’den murad, “ Şerîat Âlimleri” dir, denilmiş ve buna delîl olarak da şu âyet -i kerîme gösterilmişdir: َ و َ اذ ِ ا َ ءا َ ج ٌ ر ْ م َا ْ م ُ ه َ � ْا َ ن ِ م ِ ن ْ م ِ وَأ َ ْ لا َ اذ َا ِ ف ْ و ُ وع ِ ب ا ِ ه ط َ و َ ل ُ و د َ ر ْ و ِ ا ُ ه ُ س � رلا َ � َ و ِ لو ِ ا َ � ُ وا ْ ن ِ م ِ ر ْ م َ� ْا ِ � َ ل ْ م ُ ه َ ع � لا ُه َ م ِ ل َ ي َ ني ِ ذ َ ت ْ س ْ ن ِ ب ْ ن ِ م َ ن ُ وط ُ ه ْ م ط "Onlara eminlik veyâ korku haberi geldiği zaman onu yayıverirler Halbuki bunu - (eminlik veyâ korku haberini) - Peygambere ve onlardan (Mü'minlerden) olan emir sâhiblerine döndürmüş (mürâceat etmiş) olsalardı, o (haberi) arayıp yayanlar, bunu muhakkak ki onlardan öğrenirlerdi" (Nisâ', 83) Bu âyet -i kerîmelerde mutlak olarak ifâde buyurulan itâat emri, "Sizden olan (Müslümân'lardan olan) emir sâhiblerine" lâfzı ile kayıtlandırılmış olduğundan, mü'minlerden olmayan Ulü'l -emre itâat etmek, dînen vâcib değildir Ancak itâat y erine, bir ahde riâyet etmek konusu mevzûu ba hs olur    Mü'minlerden olan Ulü'l -Emre itâat hakkında, Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'dan bir çok hadîs -i şerif rivâyet olunmuşdur ki bilinmesinde fayda mülâhaz a edilen bu hadîs-i şerîflerden ba'zıları şöyledir: َ اطَأ ْ ن َ م َ ف ِ � َ ع َ ق َ اطَأ ْ د َ ِ �ا َ ص َ ع ْ ن َ م َ و َ �ا َ ف َ ق ِ ع ِ ط ُي ْ ن َ م َ و َ �ا ي َ ص َ ع ْ د َ اطَأ ْ ن َ م َ و ( َ ي ِ م َ� ْا َ ف ) ي ِ ي ِ مَأ َ َ ق َ اطَأ ْ د ِ ص ْ ع َي ْ ن َ م َ و ِ � َ ع ْ ا َ ي ِ م َ� ) يِ ي ِ مَأ ي َ ص َ ع ْ ن َ م َ و ( َ ف َ ق ِ �ا َ ص َ ع ْ د F I K I H U S Û L Ü 59 Bu âyet -i kerîme ile, dînî bir mes’eledeki ihtilâfda, ilk baş vurulacak mihakk taşının Allâhü Teâlâ’nın kitâbı Kur’ân olduğu, onda bulunmazsa Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm’ın Sünnet’ine �ن ُ ج ُ ما َ م ِ � ْا ا َ� � ِ ا َ و َ اق ُي ٌة َ ت � ت ُي َ و ِ ه ِ ئا َ ر َ و ْ ن ِ م ُ ل َ قى ِ ب ِ ه َ ف ِ ب َ ر َ مَأ ْ ن ِ ا َ ت ْ ق َ وى َ ف َ ل َ د َ ع َ و ِ �ا َ ل � ن ِ ا ِ ب ُه َ ق ْ ن ِ ا َ و ًار ْ جَأ ك ِ لا َ ذ ِ ب َ لا َ غ َ ف ِ ه ِ ْ ي َ ل َ ع � ن ِ ا ْ ن ِ م ِ ه ْ ي ُ ه "Bir kimse bana itâat ederse, Allâh'a itâat etmiş olur Bir kimse bana isyân ederse, Allâh'a isyân etmiş olur Bir kimse emîre (benim emîrime) itâat ederse, bana itâat etmiş olur Bir kimse emîre (benim emîrime) isyân ederse, bana isyân etmiş olur" "İyi bilinmelidir ki, Devlet Reisi (millet için) bir sip erdir O'nun önünde, O'nun kumandasında, harb olunur O'nunla (düşmandan) korunulur Eğer O, (mille te) takvâ ile emrederse, adâlet ile hareket ederse, bu emriyle, adâletiyle me'cûr olur Eğer t akvâ ve adâletden başkası ile emr ve hukm ederse, bundan hâsıl olan günah, O'na râci’dir" Buhârî, Kitâbü'l -Ahkâm, Cüz', 9 ss 77 Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tecemesi, C 8 ss 348 (1240 nolu hadîs -i şerîf) Kâmil Miras Et-Tâcü'l -Câmiu li'l -Usûli fî Ehâdîsi'r -Rasûl s a v C 3 ss 44 Eş -Şeyh Mansûr Ali Nâsıf َ ا َ اطلا َ و ُ ع ْ م � سل ْ َ �ا َ م � � َ ِ ُة َ ع ُ ي َ ِ ب ْ ر َ م ْ ؤ ة َي ِ ص ْ ع َ ف َ ِ ب َ ر ِ مُأ ا َ ذ ِ ا َ ف ة َي ِ ص ْ ع َ و َ ع َْ � َ� � َ اط َ ة َ ع "(Devlet âmirlerinin emirlerini) dinlemek ve ma'sıyetle emr olunmadıkca itâat ve icâbet etmek vâcibdir Ma'sıyetle emr olunduğu zaman da onları dinlem ek ve boyun eğmek yokdur" Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 8 ss 348 (1239 nolu hadîs -i şerîf) Kâmil Miras َ ا ُ ع ْ م سل َ و � اطلا ل َ ع ُة َ ع َ ى ْ لا ْ لا ِ ء ْ ر َ م َ ك ْ وَأ � ب َ َِأ ا َ مي ِ ف ِ م ِ ل ْ س ُ م ْ َ � ا َ م َ ه ِ ر ُ يب ْ ر َ م ْ ؤ ِ َ ف ة َي ِ ص ْ ع َ م َ ِ ب َ ر ِ مُأ ا َ ذ ِا َ ف ة َي ِ ص ْ ع َ اط � َ و َ ع َْ � َ� َ ة َ ع "Müslim bir kimsenin, -ma'sıyet ile emr etmedikce - emîrini dinlemesi ve ona itâat etmesi vâcibdir Velev ki emîrin veyâ kendisinin, hoşuna gitsi n veyâ gitmesin Eğer emîr, ma'sıyet ile emr ederse, o zaman ona onu dinlemek ve itâat etmek lâzım g elmez" Buhârî, Kitâbü'l -Ahkâm, Cüz', 9 ss 78 Et-Tâcü'l -Câmiu li'l -Usûli fî Ehâdîsi'r -Rasûl s a v C 3 ss 44 Eş -Şeyh Mansûr Ali Nâsıf ُ وع َْ � ِ ا ُ وعي ِ طَأ َ و ا ُ ت ْ سا ِ ن ِ ا َ و ا َ ل َ ع َ ل ِ م ْ ع ُ ك ْ ي ي ِ ش َب َ ِ ٌ د ْ ب َ ع ْ م ( ِ ن ِ ا َ و َ ت ْ سا َ ل َ ع َ ل َ م ْ ع ُ ك ْ ي ي ِ ش َ ب َ ِ ًاد ْ ب َ ع ْ م ) ًا َ ك ِ ب َ ز ُه َ س ْ أ َ ر � ن َ أ ٌ ة َبي "(Ey Ashâb'ım, vâlilerinizin, kumandanlarınızın, âmirleri nizin) emirlerini dinleyiniz ve onlara itâat ediniz Üzerinize ta'yîn olunan (vâli, kumandan, âm ir), başı, siyah kuru üzüm gibi saçlı Habeşî bir köle olsa bile" Buhârî, Kitâbü'l -Ahkâm, Cüz', 9 ss 78 Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 12 ss 314 (2124 nolu hadîs -i şerîf) Kâmil Miras Et-Tâcü'l -Câmiu li'l -Usûli fî Ehâdîsi'r -Rasûl s a v C 3 ss 45 Eş -Şeyh Mansûr Ali Nâsıf َ اط � � اطلا ا َ� � ِ ا ة َ ي ِ ص ْ ع َ م ِ � َة َ ع ِ � ُة َ ع ا ْ ل ِ فو ُ ر ْ ع َ م "Ma'sıyetde itâat câiz değildir Ancak, itâat ma'rûfdad ır" Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi,C 12 ss 294 K âmil Miras    Bütün bu esâslara binâen, Kâmil Miras merhûm, bu husûsda, özetle şöyle demektedir: "Bununla berâber Dâvûdî' nin beyânına göre, Ümerâ-i Sû' (zâlim ve kötü âmirler) hakkında, ulemâ’nın re'y ve ictihâdı şöyledir: Bir fitne ve fesâda, bir cevr ve zulme sebeb olmadan azi l ve iskâtı mümkün olursa def' etmek, mümkün olmazsa sabr etmek ve kalben onun küfür ve ma's ıyetini inkâr etmek, gerekdir Ba'zılarına göre de, Fâsık kişiye başlangıçta âmme velâyeti akd olunmamal ıdır Şâyet âdil olarak akd olunup bîat edildikden sonra zulme, cevre başlarsa, bir küfrü iltizâm etmedikce, ona karşı h urûc (ayaklanma) ve ihtilâl sahih değildir Eğer küfrü iltizâm ederse, hu rûc ve ihtilâl vâcib olur" Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i sarih Tercemesi, C 12 ss 294 ve 315 (2113 ve 2124 nol u had îs-i şerîflerin îzâhından) Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 60 mürâceat edilmesi lâzım geldiği bildirilmektedir Bunun için ilk hamlede bu ikisine ( ya’nî Kitâb ve Sünnet’ e) mürâceat etmek vâcibdir Bir mes ’elenin halli, eğer bu ikisinde veyâ ikisinden birinde bulunursa, onun ile amel olunur Eğer bunlardan birisinde bulunmazsa, gidilecek tek yol ve çâre, ictihâd’dır ki işte ulemâ’ , buradan kuvvet alarak ictihâd yapmaya cür’et etmişdir Ayrıca aşağıdaki âyet -i kerîme ile de, Kitâb ve Sünnet’in esâsından ayrılmamak şartı ile, İctihâd’ ın yapılabileceğine işâret olunmuşdur Bu bakımdan her hangi bir Sahâbe ve İmâm kavli ile, âyet veyâ hadîsin terki aslâ câiz değildir Böyle bir yola sapan kimse, açık bir dalâlet e düşer ve dinden çıkar 84 َ و ِ م ْ ؤ ُ م � َ و ن ِ م ْ ؤ ُ م ِ ل َ نا َ ك ا َ م َ ن َ ذ ِ ا ة َ ق ا ُ م َُ � َ ن ُ وك َي ْ نَأ ًار ْ م َا ُه ُلو ُ س َ ر َ و ُ �ا ى َ ض ِ ْ لا ِ ه ِ ر ْ م َا ْ ن ِ م ُة َ ر َ ي ْ م ط ْ ن َ م َ و َ لو ُ س َ ر َ و َ �ا ِ ص ْ ع َي ًاني ِ ب ُ م ً� َ� َ ض � ل َ ض ْ د َ ق َ ف ُه “Allâh ve Rasûl’ü bir işe hukm etdiği zaman mü’ min olan bir erkek ile mü’min olan bir kadın için (ona aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yokdur (Allâh’ın ve Rassûl’ünün emri hılâfına hareket ve ihtiyâr câiz değildir Belki vâcib olan, kendi hareket ve ihtiyârlarını, Allâh’ın ve Rasûl’ünün ihtiyârına tâbi’ etmeleridir) Kim Allâh’ a ve Rasûl’üne isyân ederse, muhakkak ki o, ap -açık bir sapıklıkla yolunu sapıtmışdır” 85 Aynı şekilde -önceki bahislerde geçtiği gibi -, Hazreti Muhammed aleyhi ’s- selâm ’ın Yemen’ e kadılık vazîfesi ile göndermiş olduğu Muâz ibn-i Cebel radıye’llâhü anh ’a “Yâ Muâz, dâimâ tevâzu üzerinde bulun, sükûnet ile hukm et Bir müşkile uğrarsan araştır, danış, ictihad et ve re’yin ile amel eyle Eğer sıdk ile çalışırsan Allâhü Teâlâ sana tevfîkını yoldaş eyler Eğer cehd edip de kanâat verici bir re’ye varamazsan, Allâhü Teâlâ sana hakîkati açıncaya kadar inceleyip araştırmaya devam et Îcâb ederse mes’eleyi bana bildir Sakın kendi arzûlarına ve nefsine uyma Başkalarının arzûlarına da uyma Hak ve hakîkatden ayrılma Herkese karşı güzel huylu hareket et ve halka karşı iyi davranışlı ol ” 84 - "Bir kimse, eğer hadîs -i şerîfin zayıflığına her hangi bir sûretle inanırsa , bundan sonra da imâm veyâ Sahâbe'den birinin kavlini ona muârız bulursa ve o kavlin delîlini de bulamazsa, o kavli terk ederek hadîs -i zaif ile amel etmesi vâcib olur Çünkü o hadîs -i zaif, en aşağı o kavil derecesindedir" Tibyan Tefsîri, C 1 ss 369 85 - Ahzâb Sûresi, âyet 36 F I K I H U S Û L Ü 61 şeklindeki tavsıyelerinden sonra aralarında geçen şu muhâvere de, mecbûr kalınınca, Kitâb ve Sünnet’in esâsından ayrılmamak şartı ile, ictihâd’ ın yapılabileceğini gâyet açık bir şekilde gösterip îzâh eder Çünkü Hazre ti Muhammed aleyhi’s- selâm , kendisine bir iş vereceği kimselerin ilim ve irfânını yoklar, ictihâd kâbiliyyetini dener, ta’k îb edeceği yolu anlamaya çalışır, ehil görürse vazîfeyi uhdesine tevdi’ ederdi İşte bu mülâhaza ile, Yemene gönderdiği Muâz ib n-i Cebel radıye’llâhü anh’ a şöyle dedi: “Yâ Muâz, oraya vardığın zaman ne ile hukm edeceksin? Sana bir şey ’ sorulunca veyâ bir da’vâcı gelince onların müşkillerini nasıl halledeceksin? - Allâhü Teâlâ’nın kitâbı (Kur’ân) ile - Allâhü Teâlâ’nın Kitâb’ında bulamazsan? - Rasûlü’llâh sallâ’llâhü aleyhi ve sellem’ in Sünnet’ i ile - Rasûlü’llâh sallâ’llâhü aleyhi ve sellem’in Sünnet’ inde de bulamazsan? -Kendi re ’yim ve ictihâdım ile hukm ederim - Bu cevâbdan ziyâdesi ile memnûn olan Hazreti Muhammed sallâ’llâhü aleyhi ve sellem de, - Allâhü Teâlâ’ya hamd -ü senâlar olsun ki Rasûl’ünün Rasûl’ünü, Rasûl’ünün r’azı olacağı şey’e muvaffak buyurdu dedi ” 86 86 - Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 125 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit Büyük bir hakîkati dile getiren bu Hadîs -i şerîf'in , Ebû Dâvud ve Tirmizî' deki metinleri şöyledir: � ل َ ص ِ �ا َ لو ُ س َ ر نإ ى َ ل َ ع ُ �ا ِ ه ْ ي َ و � ل َ س َ ل َ ما � م َأ َ دا َ ر َأ ع ُ م َ ث َ ع ْ ب َي ْ ن َ ا ا َ � ِ ا ًاذ ْ ل ق ِ ن َ م َ ي َ ا َ ك : َ ل ْ ي َ ت َ ف ْ ق َ ض َ ر َ ع ا َ ذ ِ إ ي ِ ض َ ل َ ك َ ق ق ؟ ٌءا َ ض َ ا َ ا : َ ل ْ ق ي ِ ض ِ ب ِ كت َ ا ِ ب ق ِ �ا َ ا: َ ل َ ف ْ ن ِ ا ْ َ � ِ َ � ت ِ ك ِ � ْ د َ اا ِ ب ِ �ق ؟ َ ا: َ ل َ ف ِ ب �ن ُ س ِ ة � ل َ ص ِ �ا ِ لو ُ س َ ر ى ُ �ا َ ل َ ع ْ ي � ل َ س َ و ِ ه ق َ م َ ا َ ف َ ل ْ َ � ْ ن ِ ا ِ َ � ُ س ِ � ْ د �ن ِ �ا ِ لو ُ س َ ر ِ ة � ل َ صى ا ُ � َ ل َ ع ْ ي ِ ه َ و َ س � ل ، َ م َ و َ � ِ � ت ِ ك َ ا َ لاق ؟ ِ �ا ِ ب : َ ت ْ جَأ ِ ه ِ ي ْ أ َ ر ُ د ي َ و� آ َ ف ، ُ ول ِ �ا ُ لو ُ س َ ر َ ب َ ر َ ض � ل َ صى َ ع ُ �ا َ ل ْ ي ِ ه َ و َ س � ل َ م ق َ و ُه َ ر ْ د َ ص َ ا : َ ل َ ْ �ا ِ ُ د ْ م ِ � � لا ي ِ ذ َ و � ف ُ س َ ر َ لو ُ س َ ر َ � َ ض ْ ر َ ي ا َ م ِ ل ِ �ا ِ لو ى ِ �ا ُ لو ُ س َ ر Sünenü Ebî Dâvud, C 3 ss 303 (3592 nolu hadîs- i şerif ) F I K I H U S Û L Ü 62 Ebû Dâvud ve Tirmizî’den rivâyet edilen bu Hadîs -i şerîf , bize, bir mes ’ele hakkında, Kitâb ve Sünnet’ de sarih bir nass bulunmazsa o zaman - hiç bir tereddüde kapılmadan - ictihâd ve re’ y’e göre hukm edilebileceğini açık bir sûretde ifâde etmektedir Çünkü Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm , -Kitâb ve Sünnet’in esâsından ayrılmamak şartı ile - buna izin vermişdir Bunun için, bu izin ile birlikde, Kitâb ve Sünnet’in ihtivâ etdiği ahkâm ve ma’nâyı en iyi bir şekilde bilmek şartdır Çünkü ictihâd ve kıyâs, bunlara dayanır Bu bakımdan Hulefâ -i Râşidîn ile Ashâb -ı Kirâm’ın hepsi, hakkında Kitâb ve Sünnet’de sarih bir nass bulamadıkları mes’ eleleri, Kitâb ve Sünnet’i gâyet iyi bildikleri için, hiç bir güçlüğe ma’rûz kalmadan kendi ictihâdları ile hallederek aynı şekilde haraket etmişlerdir Bu sûretle de “İcmâ’ “ ve “Kıyâs” ın esâsları, bunlar zamânında vaz’ edilmişdir Delîller arasında teâruz (çelişki) vukûu Bir şey’ hakkındaki delîller arasında teâruz ( çelişki) vukû’ bulunca, tercih aranır Netîcede tercih edilen ile amel olunur Şöyle ki: 1-a- Kitâb ile Sünnet arasında teâruz görülse, Kitâb tercih olunur b-İki Sünnet arasında çelişki bulunsa, meşhûr olan Sünnet, meşhûr olmayan Sünnet’ e tercih edilir c-İki vâhid haber arasında teâruz bulunsa, râvîsi fakih olan haber, râvîsi fakih olmayan haber üzerine tercih olunur d-İki delîlin metinleri arasında teâruz bulunsa, nass zâhir’ e, müfesser nass’a, muhkem müfesser’e, hakîkat mecâz’ a, sarih kinâye’ye, dâl bi’ l-ibâre dâl bi’ l-işâre’ye, dâl bi’ l-işâre dâl bi’ d- delâle’ye, dâl bi’ d-delâle dâl bi’ l-iktizâ’ ya tercih olunur 87 2-Bir şey hakkındaki her iki delîl, aynı kuvvetde bulunsa, aralarında birbirine zıt olma durumu meydana geleceğinden, ikisi de � نإ ِ �ا َ لو ُ س َ ر َ ب َ م � ل َ س َ و ِ ه ْ ي َل َ ع ُ �ا ي � ل َ ص ِ ن َ م َ ي ْلا َ � ِ ا ِ ًاذ َا َ ع ُ م َ ث َ ع : َ ل َاق َف ؟ي ِ ض ْ ق َ ت َ ف ْ ي َ ك : َ ل َاق َف ِ ب َات ِ ك ِ � ا َِ ب ي ِ ض ْق َا َْ � ْ ن ِ ا َف : َ ل َاق ِ �ا ُ ك َي ت ِ ك ِ � ْ ن َ ا ِ ب ق ؟ ِ �ا َ ا َ ل: َ ف ِ ب �ن ُ س ِ �ا ِ لو ُ س َ ر ِ ة � ل َ صى �ا ُ َ ع َ ل ِ ه ْ ي َ و � ل َ س ق َ م َ ا: َ ل َ ف ُ ك َي ْ ن ِ ا ْ ن ُ س ِ � �ن َ ر ِ ة ُ س َ ص ِ �ا ِ لو � لى َ ع ُ �ا َ ل ِ ه ْ ي َ و َ س � لق ؟ َ م َ ا : َ ل َ ت ْ ج َا ِ ه ِ ي ْ أ َ ر ُ د ْ ج َ ا ( ي َ ت ِ ه ِ ب ُ د ِ ي ْ أ َ ر ق ) ي َ ا : َ ل َ ْ �ا ِ � ِ ُ د ْ م � لا ي ِ ذ َ و � ف َ لو ُ س َ ر َ � َ ص ِ �ا ِ لو ُ س َ ر � لى َ ل َ ع ُ �ا ِ ه ْ ي َ و َ س � ل َ م Sünenü't-Tirmizî, C 3 ss 1327 (1227 nolu Hadîs- i şerîf ) Et-Tâcü'l-Câmiu li'l-Usûli fî Ehâdîsi'r-Rasûl s a v C 3 ss 66 E ş- Ş eyh Mansûr Ali Nâsıf 87 - Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 193 -194 Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 63 delîl olmakdan çıkar İddiâ edilen şey’i isbât için başka delîl aranır Başka bir delîl bulunmazsa o delîllerin teallûk etdiği hâdise ya’nî halledilmesi istenilen mes ’ele ( münâzeun fîh olan mes’ ele), aslında olduğu hal üzere takrîr edilir, ( karara bağlanır) 3-Gerçekde, şer’î delîller arasında hakîkî bir teâruz bulunamaz Çünkü Şârî -i Mübîn olan Allâhü Teâlâ, Alîm ve Hakîm’dir Bunun için de O ’nun hukümlerinde çelişki cârî olamaz Âyetler vakit vakit nâzil olmuşlardır Sünnetler de aynı şekilde vakit vakit vârid olmuşlardır Hal böyle olunca bunlarda, birbirine zıt olan iki delîlin aynı anda nüzûlüne ve vürudüne imkân yokdur O halde iki âyetin veyâ sünnetin arasında bir ayrılık görülürse, meselâ, biri bir şey’in hılline ( helâl oluşuna) diğeri de hurmetine ( haram oluşuna ) delâlet ederse ve bunlar aynı kuvvet ve sarâhatde bulunur sa, nüzûl ve vürûd târihleri tetkîk edilir Çünkü sonra nâzil veyâ vârid olan, öncekini nesh etmiş olur Hangisinin önce olduğu bilinmezse, o zaman da, diğer delîllere mürâceat edilir Bu halde de başka bir delîl bulunamazsa hâdise hakkındaki huküm -ikinci maddede olduğu gibi - aslında olduğu hal üzere karara bağlanır Meselâ, iki âyet arasında teâruz görülse ve nâzil oluş târihleri de ma ’lûm olmasa, bir mahlâs ( bir çözüm yolu) aranır Bu sûretle de muâraza ( çelişki) def’ edilip mümkün mertebe her ikis i ile de amel olunur ki buna “Amel bi ’ş-şibheyn : Birbirine benzeyen iki şey’ ile amel ” denir Eğer böyle bir mahlâs bulunmazsa, Kitâb’dan Sünnet’e geçilir ve Sünnet ondan sonra vârid olmuş kabûl olunur Bu halde de hiç bir delîl bulunamazsa huküm, aslında olduğu hal üzere takrîr edilir 4-İki Sünnet arasında teâruz görülür ve bunların aralarını te’lîf de mümkün olmazsa, Sahâbînin kavline mürâceat edilir ki burada da, başlıca şu husûslar vardır: A-Sahâbînin kavlini kıyâsa takdîm edenlere göre, mutlakâ Sahâbînin kavline mürâceat edilir B-Sahâbînin kavlini kıyâsa takdîm etmeyenlere göre de, a- Kıyâs’a muhâlif hâdiselerde Sünnet’den Sahâbînin kavline geçilir ve onunla amel edilir F I K I H U S Û L Ü 64 b- Sahâbîlerin sözleri veyâ bir Sahâbînin iki kavli arasında teâruz ( çelişki ) bulunduğu zaman da kıyâsa mürâceat edilir ve ona göre amel etme yolu aranır C-Sahâbînin kavlini kıyâsa tercih etmeyenlere göre de, her iki Sünnet, bir mertebede sayılır Mümkün olursa bunlardan birisi ile, - ar aştırma yapılarak -, amel olunur Meselâ, Nûman ibn -i Bişr radıye’llâhü anh’ ın rivâyetine göre, Peygamberimiz, Küsûf Namazı’ nı, bir rükû’ ve iki secde ile kılmışdır Hazreti Âişe radıye’llâhü anhâ’ nın rivâyetine göre de, her bir rek ’atinde iki rükû’ ve iki secde yaparak iki rek ’at olarak kılmışdır İşte Sünnet’e âit olan bu iki rivâyet arasında teâruz vardır ve bunlardan birisini tercih etmeye de imkân yokdur Bunun için kıyâs yolu tercih edilerek diğer namazlara kıyâs ile, Küsûf Namazı’nın he r bir rek ’atinde bir rükû’ ve iki secde yapılması ve en az iki rek’ at olarak kılınması iltizam edilmişdir 5-Her hangi bir hâdise hakkında, delîllerin çok oluşuna değil, kuvvetine bakılır Bir kuvvetli delîl, bir çok kuvvetsiz delîllere tercih edilir Meselâ, kat’î bir delîl yanında, zannî delîllerin hukmü olmaz 88 Bunun için de böyle delîller ile amel edilmez    88 - Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 193 -194 Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 65 Ü Ç Ü N C Ü B Ö L Ü M Ü Ç Ü N C Ü B Ö L Ü M K i t â b ( َ ا ْ ل ت ِ ك َ ا ُ ب ) Kur ’ân -ı Kerîm ve Özell ikleri Kur’ân’ın ta’rîfi ve nüzûlü Fıkıh Usûlü İlmi’ ne göre, Kitâb’ dan maksad, Kur ’ân -ı Kerîm’ dir Bu mukaddes Kitâb’a, -Mushaf, Fürkân, Tenzîl, Hakîm, Hakk, Kelâmu’llâh gibi - elliden fazla -ellidört kadar- isim verilmişdir 89 Kur ’ân -ı Kerîm, Allâhü Teâlâ tarafından Cebrâil aleyhi’s- selâm vâsıtası ile Arabca olarak Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’a yirmiüç senede âyet âyet, sûre sûre inzâl buyurulmuş olan bir Nazm-ı Celîl’ dir Bu mukaddes Kitâb’ın nazmı da, ma’nâsı da ilâhî’ dir, vahye m üsteniddir Bu bakımdan nazm ve ma ’nâ , Kur ’ân -ı Kerîm’ in mâhiyetini teşkil eden iki rükün’dür ki bunlar bulunmadıkca, Kur’ân tehakkûk etmiş olmaz Bunun için de Kur’ ân’a “Vahy-i Metluvv : Hem lâfzı, hem de ma’nâsı teblîğ ve tilâvet edilmiş ilâhî vahy ” deni r 90 Binâen -aleyh Kur ’ân -ı Kerîm’ i, nazm ve ma’nâsı ile birlikde Allâhü Teâlâ’dan Cebrâil aleyhi’s- selâm vâsıtası ile alan Hazreti Muhammed sallâ’llâhü aleyhi ve sellem, Ashâb -ı Kirâm’ına da, kendisine nâzil olduğu gibi, aynen okumuş ve ta’lîm etdirmişdir Ashâb -ı Kirâm da, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm’ ın ta’rîf ve ta ’lîm etdiği şekilde, hem yazmışlar, hem de ezber etmişlerdir Aynı 89 - Usûliyyûn ulemâsı ( Usûl ilimleri âlimleri ) ındinde, Kur'ân' ın hepsine birden " Kitâb" denildiği gibi, Kur'ân' ın her bir cüz'üne de " Kitâb" denilir 90 - Nazm: Lügatde, incileri bir ipliğe dizmeye denir Dizilen şe y'e de "Manzûm" denilir Kur'ân -ı Kerîm'in lâfızları da, sahîfelere inci gibi dizilmiş olduğ undan ona da "Nazm" denilmişdir Lâfız ise, aslında bir şey'i ağızdan atmak ma'nâsına olduğundan b ununla ilgili olarak sû-i edeb görülmüş ve Kur'ân'a, "Lafz" denilmiyerek "Nazm" denilmişdir Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 22 Büyük Haydar Efendi F I K I H U S Û L Ü 66 zamanda hem ma ’nâsını, hem de okuma şekillerini ta’lîm buyurmuşlardır Ashâb -ı Kirâm’dan da zamânımıza kadar -aklın r edd edemiyeceği derecede sağlam ve çok râvîler tarafından - mütevâtiren nakl olunarak gelmiş ve her asırda yüzbinlerce zevâtın hâfızalarını tezyîn ederek hıfz olunmuşdur Kıyâmete kadar da hıfz olunmakda devam edecekdir Bu mümtaz vasıf ise, -bütün semâvî kitâblar arasında - yalnız Kur ’ân -ı Kerîm’e mahsûsdur Bu bakımdan Kur’ ân-ı Kerîm’ in her hangi bir kısmını vayâ âyetini veyâ harfini inkâr etmek, îmâna aykırı olup küfrü îcâb etdirir    ( َ ا ْ ل ُ قآ ْ ر ُ ن :El -Kur ’ân) lâfzı, Arab lügatind e ( َ ق َأ َ ر :Karae ) den gelen bir mastardır ( َ غ َ ف َ ر :Ğafera ) dan gelen ( َ ا ْ ل ُ غ ْ فا َ ر ُ ن :El -Ğufrân ) kelimesi gibi Lügat ma’nâsı i’tibârı ile de -cem ’ etmek, toplamak, kırâet ve tilâvet - ma ’nâlarına gelir Bunun için usûl imâmları, Kur’ ân-ı Kerîm’ i ta’rîf ederken “ Kur ’ân, nazm ile ma’nâ mecmûunun ismidir” diye ta’rîf etmişlerdir Bu böyle olduğu için de Kur’ ân-ı Kerîm ilmi, başlıca iki gurub altında incelenmişdir Bunlardan birincisi, Kur ’ân -ı Kerîm’in okunmasına âit olan ilimdir ki buna “ ِ ع ْ لا ُ م ْ ل َ ئا َ ر ِ ق ِ ة :Kırâet ilmi” denilmişdir İkincisi ise, Kur’ ân-ı Kerîm’ in ma’nâlarını ve inceliklerini bildiren ilimdir ki buna da “ ْ ل ِ عا ُ م � تل ْ ف ِ يس :Tefsîr ilmi” denilmişdir    Bir de Kur ’â-ı Kerîm’in kendisine mahsûs bir yazı şekli ( imlâ’ şekli ) vardır ki buna “ َ خ ط ْ س َ ر ِ م ْ ث ُ عا َ م ِ � :Hatt- ı Resmi Usmânî: Hazreti Osmân radıye’llâhü anh’ın esâs aldığı yazı şekli ” denir Ayrıca Hatt-ı Usmânî, Rasm -i Usmânî veyâ Hatt- ı istılâhî de denir Bir çok âlimlerin beyânına göre, bu yazı şekli, tevkîfî olup ictihâdî değildir Vahy ile Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın ta’ limlerine, işâretlerine müsteniddir Ba’zı kelimelerin, yazı kâıdelerine muhâlif bir tarzda yazılmış olması, bir hıkmete mebnîdir Bunların böyle yazılışları birer nükteyi, birer lâtif maksâdı hâizdir Meselâ, ( ِ م َ ئ ٌ ة ) yerine ( ا ِ م َ ئ ٌ ة ), F I K I H U S Û L Ü 67 ( ٌ ة َ ْ ْ َ ر ) yerine ( َ ْ ْ َ ر ْ ت ), ( ٌة� َ ص ) yerine ( ٌ ة َ ول َ ص ), ( ك َ ز َ ا ٌ ة ) yerine ( ٌ ة َ وك َ ز ), ( ا َ ْ ْ َ ر ٌ ن ) yerine ( َ ْ ْ َ ر ٌ ن ) yazılması gibi Bunlar, birer zuhûl eseri olmadığı gibi, kitâbet kâıdelerine vukûfsuzlukdan da ileri gelmiş değildir Bunlar ile ilgili ilme de “ ِ ع ْ ل ُ م ْ س َ ر ِ م ا ْ ل ُ ق ِ نآ ْ ر :İlmü Resmi’ l-Kurân” ismi verilmişdir ki gâyesi ve fâıdesi pek yüksek olduğundan ta’lîm ve teallümü, kifâye tarîkıyle farz bulunmuşdur 91    Kur ’ân âyetlerinin nüzûlü, Milâdî (610) yılında Bi’set ile başlamış ve Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın vefâtından yirmibir gün öncesine kadar devam ederek yirmiüç senede pey -der-pey tamamlanmışdır Bunlar, ekseriyyetle beş -on âyet birden veyâ küçük sûreler hâlinde, ba’zan da tekrarlanmak sûretiyle nâzil olmuşlardır Hazret Muhammed aleyhi’s- selâm da, her âyet geldikce “Bu âyeti, filân sûrenin filân yerine koyunuz” emri ile, işâret etmiş, bu sûretle de her âyet, sûrelerdeki yerini almışdır Sûrelerin tertîbi ise, nâzil oluş sırasına göre olmayıp büyüklük sırasına göredir ki bunun da vahy’e müstenid olduğunu söyleyenler çokdur 92 91 - Usûl -i Tefsîr veyâ Mukaddime -i İlm -i Tef sîr, ss 26 -27 Ömer Nasûhi Bilmen 92 -Sahih kavle göre ilk nâzil olan âyet, Alâk Sûresi'ni n ilk beş âyetidir ki şöyledir: ِ ا ْ ق ِ ب ْا َ ر � ب َ ر ِ م ْ سا � لا َ ك َ ل َ خ ي ِ ذ َ � ج َ ل َ خ ْ ا َ � ْ ن ِ � َ ل َ ع ْ ن ِ م َ نا َ س � ج ْ ق ِ ا ب َ ر َ و ْا َ ر َ � ْا َ ك ْ ك ُ م َ ر � لا � ل َ ع ي ِ ذ ِ ب َ ما ْ ل َ ق َ ل َ ع ِ م � ل ْ ن ِ � ْا َ م ْ َ � ا َ م َ نا َ س َ ي ْ ع ْ ل ْ م ط "Yaratan Rabb'inin adı ile oku O, insanı bir kan pıhtı sından yaratdı Oku, Rabb'in nihâyetsiz kerem sâhibidir Ki kalemle (yazı yazmayı) öğreten O'dur İnsana bilmediğini O öğretdi" Son nâzil olan âyet de, Bakara Sûresi'nin aşağıdaki i kiyüz seksenbirinci âyetidir ki Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'ın vefâtından yirmibir gün önce nâzil olmuşdur ا َ و � تق ُ و ً ام ْ و َي ا ُ ت ِ هي ِ ف َ نو ُ ع َ ج ْ ر � ُ ث ِ �ا َ � ِ ا ُ ت � � َ و ُ ك ل َ ن ْ ف س ا َ م َ ك ْ م ُ ه َ و ْ ت َ ب َ س � ْ ظ ُي َ ل َ ن ُ وم "Öyle bir günden sakınınki hepiniz o gün Allâh'a dön dürüleceksiniz Sonra herkese k azandığı tastamam verilecek, onlara haksızlık edilmey ecekdir" Bu âyet -i kerîmelere göre, ilk emir -beşeriyyeti ilme da'vet etmek için - okumak ve düşünmek, son emir de - Allâh'ın rızâsını kazanabilmek için - korkmak ve âkıbeti düşünmekdir Bu iki nokta a rasında, beşeriyyetin bütün maddî ve ma'nevî ihtiyaçları nı karşılayacak, dünyevî ve uhrevî saâdeti kazandıracak, büyük ve doğru bir yolun bütün merhaleleri mevcuddur F I K I H U S Û L Ü 68 Kur’ân’ın muhtevâsının nev’îleri Kur’ân -ı Kerîm’de mevcûd olan hukümler, başlıca şu kısımlara ayrılarak incelenebilirler: 1-İnsanı, tefekküre, yerdeki ve gökdeki nihâyetsiz ibâdetleri idrâke, insanın kendi aczini ve Hâlik’ın kudretini anlamaya, da’vet eden kısımlar 2-İnsanın ma’neviyyâtını yapan, insana îmân veren ve insanı Allâh’ın varlığına, birliğine ve şerîki olmadığına, meleklere, kitâblar a, peygamberlere ve âhiret gününe inanmaya, da’vet eden kısımlar 3-Dünyâ ve âhiret hayâtımızı tanzîm eden, inançlarımızın birer zâhirî ifâdesi olan ibâdetlerimizin ve duâlarımızın esâslarını, rükünlerini ve şartlarını, anlatan kısımlar 4-Dünyâ ve âhiret selâmetinin kazanılması için ta’kîb edilecek yolu, emir ve nehiyler ile, ahlâkî öğütler ile tatbik edilecek hukümleri, helâl ve harâmı, gösteren kısımlar 5-Geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin ıbret verici kıssalarını, insanı düşündürecek hıkmetlerini, geçmiş devirlerin hallerini ve Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'ın vefâtından seksenbir veyâ sekseniki gün önce Vedâ' Haccı' nda Arafat'da nâzil olan şu son ahkâm âyet'i ise, bunun en g üzel bir delîlidir (Mâıde Sûresi, âyet 3) ْ ل َا ْ ك َا َ م ْ و َ ي َ ل ُ تل َ م ُ ك َ ني ِ د ْ م ُ ك َ ْ ت َا َ و ْ م َ ل َ ع ُ ت ْ م ُ ك ْ ي َ ل ُ تي ِ ض َ ر َ و ِ � َ م ْ ع ِ ن ْ م ُ ك ًاني ِ د َ م� ْ س ِ � ْا ُ م "Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni'metimi tamamladım ve size din olarak Müslümân'lığı beğenip seçtim ve ondan (ve onun îcâblarını yerine getirenlerden) râzı oldum" Bu iki âyet -i kerîme arasında tamamlanmış olan Kur'ân -ı Kerîm, yüzondört sûre ve bir i’tibâr ile (6616) âyet’dir Kur’ân -ı Kerîm’in âyetleri, rivâyete göre aslında (6666) dır Fakat ba’zı i’tibâr ile sayıda (6660) veyâ (6616) veyâ (6211) âyet’dir Ayrıca otuz cüz’ ve yüzyirmi Hizb’e ayrılmışdır Bu sûr elerin doksanikisi veyâ seksensekizi M ekke Devri’nde, yirmiikisi veyâ yirmialtısı Medîne Devr i’nde nâzil olmuşdur Bunun için Mekkî sûrelerde Medenî, Medenî sûrelerde de Mekkî â yetler bulunmaktadır Mekkî sûreler, daha kısa ve daha heyecanlıdır Daha z iyâde korkuya ve vaîde dayanır İnsanları tefekküre, Allâh’ın varlığına ve birliğine îmâna, O’ na ibâdet ve kulluğa, meleklere, peygamberlere, âhiret gününe inanmaya, şirkden ve câh iliyyet âdetlerinden kaçınmaya da’vet eder Âhiret, Cennet, ve Cehennem hayatlarından bahse derek onlara teallûk ed en âhiret hallerini anlatır Müşriklik ve câhiliyyet âdetlerini yasak eder Medenî sûreler ise, daha uzun ve daha açıkdır Daha ziyâde ibâdet ve kulluğa teallûk eden hukümlerden, helâl ve haramdan, îmân ve ahlâkdan, insan ve insan haklarından, devlet ve topluluk nizâmından, Müslümânların ve Müslümân olmayanları n biribirleri ile olan münâsebetlerinden ve geçmiş milletlerin hallerinden bahsed erek onları îzah eder F I K I H U S Û L Ü 69 kâinâtın ahvâlini öğreten ve bunlardan ders almayı, ibret almayı, öğütleyen kısımlar 6-İslâm terbiyesinin ve İslâm ahlâkının ( mekârim-i ahlâkın ) güzelliğini ve doğruluğunu, öğreten ve bildiren kısımlar 7-İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmaları için -gerek Hâlik’a ve gerekse mahlûka karşı - görev ve sorumluluklarını birer ilâhî kânûn hâlinde, bildirip îzah eden kısımlar 93 Kur’ân -ı Kerîm’in nâzil oluş şekli ve tesbîti Allâhü Teâlâ tarafından Cebrâil aleyhi’s-selâm vâsıtası ile Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’a Arabca olarak vahy edilen Kur’ân -ı Kerîm, -Tevrât ve İncîl gibi toplu bir halde indirilmeyip - Kadir Gecesi’nde Levh -ı Mahfûz’dan dünyâ semâsına toptan indirilmiş, oradan da - hâdiseler ile ilgili olarak - pey-der-pey âyet âyet, sûre sûre inzâl buyurulup yirmiüç senede tamamlanmışdır Bunun sebebi ve şekli ise, şu âyet -i kerîmelerde açıkca ifâde buyurulmuşdur َ وق َ ا � لا َ ل َ ك َ ني ِ ذ َ ف � ْ و َل او ُ ر ُ ن ا ِ ه ْ ي َل َ ع َ ل � ز ْ ل ُ ق ْ ر ْ ُ ج ُ نآ َ ل ً ة َ د ِ ِا َ و ًة ج َ كذ َ ا َ ك ِ ل ِ ل ُ ن َ ث � ب ف ِ ه ِ ب َ ت ُ و َ ر َ و َ ك َ دا َء � ت ْ لن َ ا ُ ه َ ت ً �ي ِ ت ْ ر “O küfr edenler (şöyle) dedi (ler): O’na, Kur’ân toplu bir halde indirilmeli değil miydi? Biz O’nu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yapdık) O’nu (çok güzel bir nizam ile) âyet âyet, sûre sûre ayırdık (ve âheste âheste bildirdik) ” 94 � َ ُ � ْ ك � ر ِ ب ِ ه ِ لا َ س َ ن َ ك ِ ل ِ ب َ ل َ ج ْ ع َ ت ِ ه ط ن ْ ي َل َ ع � نإ َ ا ْ َ ج َ و ُه َ ع ُ قآ ْ ر َ ن ُ ه ج ا َ ذ ِ ا َف َ قن ْ أ َ ر َ ا ا َف ُه � ت ِ ب ْ ع ُ قآ ْ ر َ ن ُ ه ج � ُ ث � نإ نْ ي َل َ ع َ ا ُه َنا َي َب ط “O’nu (Kur’ân’ı) acele (kavrayıp ezber) edesin diye (Cebrâil aleyhi’s -selâm vahyi iyice bitirmeden) dilini O’nunla (Kur’ân’la) depretme” “O’nu (göğsünde) toplamak, O’nu (dilinde akıtıp) okutmak, şübhesiz bize âitdir” 93 - Kur’ân -ı Kerîm’in tamâmı, aslında, -gerek Hâlik’a ve gerekse mahlûka karşı - en güzel ahlâkı, en güzel davranışları, en güzel nizam ve intizâmı öğüt leyen bir Kitâb’dır Bunun için Hazreti Âişe radıye’llâhü anhâ’ ya, “Bize Rasûlü’llâh’ın ahlâkını anlat” dedikleri zaman, O da, “Rasûlü’llâh’ın ahlâkı, Kur’ân idi” cevâbını vermişdir 94 - Fürkân Sûresi, âyet 32 F I K I H U S Û L Ü 70 “Öyleyse biz O’nu (Cebrâil aleyhi’s-selâm lisânı ile) okuduğumuz vakit sen O’nun kırâetine uy (dinle)” “Sonra O’nu açıklamak da (müşkil olan ma’nâlarını anlatmak da) hakîkat bize âitdir” 95 Ümmî bir peygamber olan Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm da, bu şekilde kendisine vahy edilmiş olan Kur’ân -ı Kerîm’i, hâfızasında tutar, halka teblîğ eder ve “Küttâbü’l-Vahy : Vahy Kâtibleri ” denilen vahy kâtiblerine yazdırırdı 96 Bu kâtiblerin, kırkdan fazla olduğunu söyleyenler varsa da -sahih rivâyetlere göre - yirmidokuz tânedir Bunların da en önemlileri, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osmân, Hazreti Ali, Muâviye, Übeyy ibn -i Ka’b, Zeyd ibn -i Sâbit, İbn -i Abbâs ve İbn -i Mes’ûd radıye’llâhü anhüm’ dür Kur’ân -ı Kerîm’in ilk cem’i Kur’ân -ı Kerîm, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın vefâtına kadar bir çok kâtibler tarafından muhtelif sahîfelere yazılmış olmasına ve büyük sayıda Sahâbî’lerin ezberinde bulunmasına rağmen, toplu olarak bir kitâb hâlinde tam bir metin olarak yazılmamış idi Esâsen Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm hayatda olduğu ve vahy de devam etdiği müddetce buna imkân da yokdu Ancak bu zamâna kadar nâzil olan Kur’ân sûreleri, her sene Ramazan ayı mukâbelelerinde Mescid -i Nebî’de okunur, Hazret Muhammed aleyhi’s-selâm da dinlerdi 95 - Kıyâme Sûresi, âyet 16 -17 -18 -19 96 -Ümmî: Okuyup yazma bilmemek ma’nâsına olup anadan doğması nasıl ise o şekilde kalıp okuma yazma öğrenmemiş kimse, demekdir Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm da, hayâtı boyunca okuyup yazma öğrenmemiş ve bir kimseden de bir tahsil görmemişdir Allâhü Teâlâ O’nu “Ümmî : Okuyup yazma öğrenmeyen ” bir peygamber olarak yetiştirmişdir Bu hal, O’nun en büyük vasıflarındandır Ümmî olduğu halde kendisinin ilmin bütün kemâlâtına mâlik bulunması ise, bir lûtf-i ilâhî olup O’nun hakkında bir mu’cize’dir Bunun için Kur’ân -ı Kerîm, O’nun Ümmî bir peygamber olduğunu şöyle anlatır : ُ كا َ مو ْ ن َ ن َ ت ْ ت ُ ول َ ق ْ ن ِ م ا َ ات ِ ك ْ ن ِ م ِ ه ِ ل ْ ب ُ َ ت � َ و ب ط ِ ب ُه َ ات ْ ر َ� ًاذ ِ ا َ ك ِ ني ِ م َي ْ لا َ ب ُ ول ِ ط ْ ب ُ م َ ن “Sen bun dan (Kur’ân’dan) evvel bir kitâb okur değil idin ve sağ elin ile de o nu yazmadın Böyle olsa idi bâtıl söyleyenler elbetde şübhe ederl erdi” (Ankebût, 48) َ ا � ل � ت َي َ ني ِ ذ ِ ب ُ ع ُ س � رلا َ نو �نلا َ لو � ِ ب � لا � ى � م ُ� ْا ِ َ � َ ني ِ ذ ُ د َ نو ْ ك َ م ُه ُ وت ْ ن ِ ع ًاب ُ ه َ د ْ م ِ � � تلا ِ ْن ِ � ْا َ و ِ ةي َ ر ْ و ِ لي ز “(Onlar) yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de (ismini ve sıfatını) yazılı bulacakları o ümmî Nebî olan Rasûl’e tâbi’ olanlardır” (A’râf, 157) َ ف ُ ون ِ مآ ِ ب اا ِ � ُ س َ ر َ و �نلا ِ ه ِ لو � ِ ب � ى � م ُ� ْا “O halde Allâh’a ve ümmî Nebî olan Rasûl’üne îmân edin ” (A’râf, 158 F I K I H U S Û L Ü 71 Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın hayâtının sonlarına doğru, Kur’ân -ı Kerîm’in vahyi tamamlandıkdan sonra, hayâtının son Ramazan ayında, Cebrâil aleyhi’s-selâm , Kur’ân -ı Kerîm’i, -şimdiki tertîb üzere - başından sonuna kadar iki kere okumuşdur ki buna “Arzâ -i Ahîre : Son Arz” denir Hazreti Fâtıma radıye’llâhü anhâ ’dan rivâyet edilen şu hadîs -i şerîf, bunun en açık bir delîlidir: إ ِ ج � ن ك َ لي ِ ْ ب َ ا ُ ي َ ن ِ اب ِ � ُ ض ِ را َ ع ْ ل ُ ق ِ إ َ و ة َن َ س � ل ُ ك ِ نآ ْ ر � ن ِ � َ ض َ را َ ع ُه ْ لا َ ما َ ع َ م � ر َ ت َ ر َ ض َ ِ � � ِ إ ُها َ رُأ � َ و ِ ْ � ِ ل َ جَأ ي “Her sene Cibrîl, Kur’ân’ı, benimle bir kere mukâbele ederdi Bu sene iki def ’a mukâbele eyledi Öyle sanıyorum ki (kızım) ecelim yakl aşmışdır” 97 Bütün bu husûsları göz önünde bulunduran Hazreti Muhammed aleyhi’s -selâm , hayâtının son Ramazan ayında, Kur’ân -ı Kerîm’i, Mescid- i Nebî’de, Cebrâil aleyhi’s-selâm ’ın ve Ashâb -ı Kirâm’ın huzûrunda -şimdiki tertîb üzere - başından sonuna kadar iki def’a okumuş ve Cebrâil aleyhi’s-selâm ile Ashâb -ı Kirâm da bu tilâvetde hâzır bulunmuşlardır İşte bu tilâvet, Kur’ân -ı Kerîm’in, bi’z -zât Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm tarafından bir bütün olarak ilk cem’ idir ki vahye müsteniddir Bunun i çin Kur’ân -ı Kerîm’in âyet ve sûrelerinin -şimdiki tertîb üzere - tertîbi, tevkîfî olup ictihâdî değildir Cibrîl -i Emîn’in ta’lîmine, Rasûl -i Ekrem’in işâretine müsteniddir Nitekim namazda da bu tertîbe riâyet edilmesi, ekser fukahâca bir esâsdır Kur’ân -ı Kerîm’in ikinci cem’i Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın vefâtından sonra, bir çok kimselerin ezberinde olan ve muhtelif sahîfelere yazılmış bulunan Kur’ân -ı Kerîm’in, bir araya toplanması mümkün ve zarûrî idi Çünkü Kur’ân -ı Kerîm’in metnini ezbere bilenlerin sayısı, türlü vesîleler ile azalabilir, bu sûretle de Kur’ân, tehlikeye düşebilirdi Bu durum ise , - en başta Hazreti Ömer radıye’llâhü anh olmak üzere - bir çok Ashâbı, endîşeye düşürüyordu 97 - Buhârî, Bâbu Fedâili'l -Kur'ân, Cüz' 6 ss 229 Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 11 ss 231 (1767 no lu hadîs-i şerîf) Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 72 Bunun için Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın vefâtından sonra halîfe olan Hazreti Ebû Bekri’s -Sıddîk radıye’llâhü anh zamânında, Hazreti Ömer radıye’llâhü anh ’ın önderliği ve Hazreti Ebû Bekri’s - Sıddîk radıye’llâhü anh ’ın emri ile, Kurrâ’dan ve en mühim vahy kâtiblerinden olan Zeyd ibn-i Sâbit radıye’llâhü anh ’ın başkanlığı altında toplanan bir hey’et -Hazreti Ömer, Hazreti Osmân, Hazreti Ali, Talhâ, Sa’d, Ebû Derdâ’, Mikdâd, Übeyy ibn -i Ka’b, Ebû Mûse’l - Eş’arî, Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd radıye’llâhü anhüm gibi tanınmış Kurrâ’ lardan meydana ge len bir hey’et-, müteferrik bir halde bulunan Kur’ân sahîfelerini, -Hazreti Muhammed aleyhi’s -selâm’ın Arzâ-i Ahîre ’de ta’lîm edip gösterdiği şekilde - bir araya getirerek yeniden yazdı 98 Bu ilim hey’etinin bir araya topladığı bu Kur’ân -ı Kerîm’i, bi ’z-zât Hazreti Ömer radıye’llâhü anh, Ashâb -ı Kirâmı çağırarak onlara okumuş ve ilim hey’etinin ittifâkını âmme ittifâkı ile te’yîd etmi şdir Bu sûretle de müteferrik bir halde ezberlenmiş ve yazılmış bulunan Kur’ân sahîfeleri, tamâmen yazılıp toplanmış ve hiçbir hatâ mevcûd olmadığı husûsunda da “İcmâ’ ” vâkî’ olmuşdur Toplanan bu nüshaya da “El-İmâm” veyâ “El-Mushafu’l -İmâm” adı verilmişdir Bu sûretle de Kur’ân -ı Kerîm’in ikinci cem’i, aslına uygun bir şekilde yapılmışdır Büyük bir titizlik ve kıritik ( tenkitci) bir zihniyet ile incelenip bir araya getirilen ve bütün Kur’ân -ı Kerîm metnini ihtivâ eden bu sahîfeleri, Zeyd ibn -i Sâbit radıye’llâhü anh , halîfe olan Hazreti Ebû Bekri’s -Sıddîk radıye’llâhü anh ’a teslîm etdi O da, Kur’ân -ı Kerîm metnini ihtivâ eden bu mukaddes emâneti, vefâtından sonra hilâfet makâmına getirilmesini tavsiye etdiği Hazreti Ömer radıye’llâhü anh’a emânet etdi Hazreti Ömer radıye’llâhü anh da, kendisinden sonra halîfenin kim olacağını bilmediği için, Hazreti Muhamme d aleyhi!s- selâm ’ın zevcesi ve kendi kızı olan Hazreti Hafsa radıye’llâhü anhâ’ya teslîm etdi Bu sûretle de “El -İmâm” adı verilen Kur’ân metninin tamâmı, Hazreti Hafsa radıye’llâhü anhâ ’nın yanında emânet olarak kaldı 98 -Kurrâ’: Kur’ân-ı Kerîm’in tamâmını -her vechile, tüm okunuş şekilleri ile - ezbere bilen kimselere denir ki Kırâet -i aşere ve Kırâet -i aşere’nin dışında kalan Şâzz kırâetler, buna dâhildir F I K I H U S Û L Ü 73 Kur’ân -ı Kerîm’in üçüncü cem’i veyâ Teksîr ve Neşri Hazreti Ömer radıye’llâhü anh ’dan sonra hilâfet makâmına geçen Hazreti Osmân radıye’llâhü anh zamânında, Ermenistan ve Azarbaycan fütûhâtına çıkan Irâk ve Sûriye askerleri arasında ba’zı kırâet farklarının zuhûr etmesi ve ihtilâfa sebebiyyet vermesi üzerine, kumandan olan Huzeyfe ibn-i El- Yemân radıye’llâhü anh , durumun vahimliğini, Hazreti Osmân radıye’llâhü anh’a bildirdi Hazreti Osmân radıye’llâhü anh da, derhal faaliyyete geçerek yine Zeyd ibn- i Sâbit radıye’llâhü anh ’ın başkanlığı altında bir ilim hey’eti tertîb etdi ve bu ilim hey’etine de, Hazreti Hafsa radıye’llâhü anhâ’nın yanında bulunan sahîfeler hâlindeki Kur’ân metnini getirtip bu tek nüshanın istinsah edilerek çoğaltılmasını emretdi Bu iş esnâsında da bir imlâ’ farkı zuhûr etdiği takdirde, Kurayş Lehçesi’nin esâs tutulması ve Kur’ân -ı Kerîm’in ona göre yazılması karar altına alındı Çünkü Arzâ-i ahîre , bu esâs üzerine vukû’ bulmuşdu Hey’et vazîfesini bitirdikden sonra, asıl nüsha, tekrar Hazreti Hafsa ra dıye’llâhü anhâ ’ya iâde edildi Bu sûretle de elde mevcûd olan tek nüsha, teksîr edilerek çoğaltılmış oldu ki bu gün ellerimizde mevcûd bulunan Mushaf- ı Şerîf’lerin aslı bunlar olmuşdur Teksîr edilen bu nüshalardan birer aded Medîne, Mekke, Basra, K ûfe ve Şam’a, - bir rivâyete göre de Yemen ve Bahrayn ’e- gönderilmişdir Bu resmî nüshalar hâricinde kalıp da Kur’ân metnini ihtivâ eden bütün sayfaların yakılması da ayrıca emr olunmuşdur Hazreti Osmân radıye’llâhü anh ’ın, “El-İmâm” adı verilen asıl nüshadan yazdırmış olduğu bu Kur’ân -ı Kerîm’e, -kitâb şeklini aldığı için - “Mushâf” denilmişdir ki sahîfelerin bir araya toplanmışı demekdir Hepsine birden de “Mesâhif-i Usmâniyye” adı verilmişdir Hazreti Osmân radıye’llâhü anh’ın, “El-İmâm” veyâ “El- Mushafu’l -İmâm” adı verilen asıl nüshadan yazdırmış olduğu ilk Mushaf- ı Şerîf, Medîne -i Münevvere’de kalıp “Resm-i Hatt ” da, diğerlerine esâs olduğu için O’na da “El-İmâm” veyâ “El-Mushafu’l - İmâm” adı verilmişdir İşte Resm- i Usmânî veyâ Hatt- ı Usmânî denilen Resm-i Hatt , bu Mushaf- ı Usmânî ’nin resm-i kelimâtıdır ki bu hattın hâricine çıkmak, hiçbir vechile câiz değildir Binâen -aleyh “El-İmâm” denilen F I K I H U S Û L Ü 74 “Mesâhif -i Usmâniyye” nin Resm- i Hatt’ ına ittibâ’ etmek, dâimâ vâcib olduğundan yazılacak ve basılacak Mushaf’ların bu esâsa mutâbık olması lâzımdır 99 Aksine bir davranış, kabûl olunur bir davranış değildir Kur’ân-ı Kerîm’e hareke ve işâretlerin konulması Kur’ân -ı Kerîm’in okunuşu hakkında çıkan ba’zı ihtilâfların sebeblerinden b iri de, o zamanlar, yazıda, nokta, hareke ve işâretlerin bulunmamasıdır Bunun için Kur’ân -ı Kerîm’in ilk Resm-i Hatt’ının tamâmında, nokta, hareke, tenvîn, hemze, şedde, vakf, ta’şîr ve fâsıla işâretleri gibi işâretler yokdu Çünkü birinci asırda yaşayan bütün Müslümânlar, Kur’ân -ı Kerîm’i -başka bir şey’ ile karışmaması için - ağızdan telkîn sûretiyle ezber edip öğrenmiş olduklarından O’na olan vukûfları da gâyet iyi idi Bu bakımdan hem yazanlar, hem okuyanlar, hem de dinleyenler, böyle bir şey’e ihtiyaç duymuyorlardı Bu husûs ise, Kur’ân -ı Kerîm hakkında müstesnâ bir özellik teşkil eder ki Ashâb -ı Kirâm’ın, Kur’ân -ı Kerîm’i, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’dan ne kadar güzel ve sağlam bir şekilde büyük bir titizlik ile öğrenip hıfz etdiklerini gösterir 99 - Buraya kadar anlatılan husûslar, Kur’ân -ı Kerîm’in -vahy edildiği şekilde - tertîb ve tesbîtinde, e n ufak bir yanlışlığa meydan verilmediğini, her hangi bir şübhenin olmadığını, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ ın teblîğ etdiği şekilde tesbît ve teksîr edildiğini açıkca ortaya koymaktadır Bunun için Kur’ân -ı Kerîm’de, en ufak bir şübhenin veyâ yanlışlığın olmasın a imkân ve ihtimâl yokdur Çünkü Arabca’da meleke sâhibi olanlar bile, Kur’ân usûlü ile Hadîs tarzı beyânını, fukahâ’, füsehâ’ ve şuarâ’ kelâmını, v asıflarından, te’sîr ve kuvvetlerinden gâyet kolaylıkla anlayıp ayırd ederler Hattâ Arabca bilmey enler bile, Kur’ân’ın kudret ve te’sîrini teslim etmekde geri kalmazlar Bununla berâber Zeyd ibn -i Sâbit radıye’llâhü anh ve arkadaşları, bu husûsda en son gayretleri ile çalışmışlar, en ufak bir yanlışlığa meydan vermemişler ve her türlü dikkâti göstermişlerdir Hattâ Hazreti Ömer radıye’llâhü anh’ın getirdiği -hukmü bâkî tilâveti mensûh olan - Racm âyeti’ ni bile - nisâb-ı şehâdet olmadığı için - kabûl etmemişlerdir Çünkü, َ و � شلا َ و ُ خ ْ ي � شلا َ خ ْ ي َ ن َ ز ا َ ذ ِ ا ُة َ اي َ ف ُ ُ ج ْ را ُ هو َ ا َ ن َ اك ِ �ا َ ن ِ م ً� “İhtiyar erkek ve kadın zinâda bulunurlarsa ikisini d e Hakk Teâlâ tarafından bir azâb olarak recm ediniz” kavl- i şerîfi, bir âyet -i kerîme iken daha sonra hukmü ibkâ’ edilip tilâveti nesh olunmuşdur Hazreti Ömer radıye’llâhü anh, bu âyet -i kerîmeyi getirince, kendisinden başka şehâdet eden olmayınca, nisâb -ı şehâdet olmadığı için kabûl edilmemişdir Hukûk -ı İslâmiyye ve İstılâhât -ı Fıkhıyye Kâmûsu, C 1 ss 101 Ömer Nasûhi Bilmen Ayrıca bütün Ashâb -ı Kirâm da, her hangi bir yanlışlığın veyâ hatânın bu lunmadığı husûsunda ittifak edip “İcmâ’ ” a varmışlardır Bunların hepsi, Kur’ân -ı Kerîm’in -vahy edildiği şekilde - tertîb ve tesbîtinde en küçük bir yanlışlığın veyâ hatânın bulunmadığını açıkca belirt mektedir ki aşağıdaki âyet-i kerîm e, bu hakîkati, açık bir şekilde te’yîd edip isbât etmekted ir: ِ إ � ن ْ َ ن ا َ ن ُ ن ْ ل � ز َ ان ْ ك � ذلا َ ر َ و � نإ َ ل ا َ َ � ُه ُ وظ ِ فا َ ن “Kur’ân’ı biz indirdik, biz O’nun koruyucuları da şüb hesiz ki biziz” (Hıcr Sûresi,âyet 9) F I K I H U S Û L Ü 75 Bi’l -âhare Müslümânlar çoğalıp -Ashâb -ı Kirâm gibi - Kur’ân -ı Kerîm’e vukûfları olanlar azalınca ve yanlış okuma ihtimalleri de belirince, âyetlere, nokta, hareke, tenvîn, hemze, şedde, vakf, ta’şîr ve fâsıla işâretleri gibi işâretlerin konulmasına zarûret duyuldu Bunun için de bu gibi işâretlerin, Kur’ân -ı Kerîm’e yazılmasında ve konulmasında bir mahzûr görülmedi Hattâ böyle bir şey’in yapılması, bütün Müslümânlar tarafından uygun görüldü ve Cumhûru’l -müslimîn tarafından tasvîb edildi Çünkü bunlar, Kur’ân -ı Kerîm’in asıl yazısından hâriç, Resm -i Hatt’ı tağyîrden berî’, O’nun şekil ve mâhiyyetini değiştirmekden uzak, bir nevî’ tefsîrden ibâret, yalnız tilâvetini kolaylaştırmaya hâdim, ziyâdesi ile zabt ve beyâna elverşli bir takım işâretlerdir َ را َ م ُ هَأ ْ لا ٌ ن َ س َ ِ ِ �ا َ د ْ ن ِ ع َ و ُ ه َ ف ًان َ س َ ِ َ نو ُ م ِ ل ْ س ُ م “Müslümânların güzel gördüğü şey’, Allâh ındinde de güzeldir” 100 Hadîs -i şerîf’i ise, böyle bir davranışın yerinde bir hizmet olduğunun güzel bir delîlidir 101 100 - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 5 ss 116 Kâmil Miras Tefsir Târihi veyâ Mukaddime -i İlm -i Tefsir, ss 31 Ömer Nasûhi Bilmen 101 -Kuvvetli rivâyetlere nazaran Kurân -ı Kerîm’in harflerine ilk def’a nokta, hareke ve ten vîn koyan zât, -Hazret-i Ali radıye’llâhü anh’ ın telkîn ve işâreti ile - Hicrî (67) târihinde vefât eden ve Kibâr -ı Tâbiîn’den olan Ebu’l-Esved Ed- Düelî olmuşdur Bu muhterem zâtın bu hizmeti, Hulefâ -i Râşidîn’den bir zâtın emrine ve işâretine müstenid olup Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine ve Re sm -i Ha tt’ına bir halel vermeyeceğini ifâde edip te’yîd ed er Böyle bir durumda Müslümân’lara düşen görev ise, Hulef â-i Râşidîn’in gösterdiği yoldan gitmekdir Çünkü aşağıdaki hadîs -i şerîf, bunu âmirdir: َ ل َ ع ْ ي ُ ك ْ م ِ ب � ن ُ س � ن ُ س َ و ِ � ُ ْ �ا ِ ة َ ل َ اف ِ شا � رلا ِ ء ْ لا َ ني ِ د � ي ِ د ْ ه َ م َ ب ْ ن ِ م َ � ي ِ د ْ ع “Benim sünnetim ile ve benden sonra gelecek olan -mazhar-ı hidâyet olmuş - Hulefâ -i Râşidîn’in sünneti ile amel ediniz” Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 1 ss 60 Ahmed Naim Daha sonra ilim ve fazîletleri ile Tâbiîn’in ileri gelenlerinden olan İmâm Halil ibn -i Ahmed, hemze ve şedde işâretlerini; Nasr ibn-i Âmir El -Leysî veyâ Yahyâ ibn -i Ya’mer de tahmis, ta’şîr, ravm ve işmâm gibi işâretleri koymuşlardır Kur’ân -ı Kerîm’e konulan bu hareke ve işâretler, Kur’ân -ı Kerîm’in Resm-i Hatt ’ının cevherine ve mâhiyyetine dâhil olmadığı için, Kur’ân -ı Kerîm’e konulmuş ve bunda bir mahzûr görülmemişdir Hattâ her hangi bir yanlış okumaya meydan ve rmemek için uygun görülerek tesvîb edilmişdir Bununla berâber Kur’ân -ı Kerîm’in Resm-i Hatt ’ının yerine başka bir hattın konulmasına veyâ cüz’î bir şekilde değiştirilmesine veyâ Arabca olmay an başka bir yazı ile yazılmasına, hiçbir İslâm âlimi rızâ göstermemiş ve müsâade etmemişdir Çünkü Ku r’ân-ı Kerîm’in Resm-i Hatt’ ı, vahy’e müsteniden tevkîfî olup ictihâdî değildir Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın emirlerine ve ta’lîmlerine müsteniddir Bu bakımdan Kur ’ân-ı Kerîm’in Nazm’ı mu’ciz olduğu gibi Resm- i Hatt’ ı da mu’cizdir Böyle olduğu için de, bu Resm- i Hatt’ ın hiçbir vechile değiştirilemiyeceği hakkında “İcmâ’ ” vâki’ olmuşdur Bunun için de Kur’ân -ı Kerîm’in lâfzını F I K I H U S Û L Ü 76 Kur’ân -ı Kerîm’in yedi harf üzerine nâzil olması Kur’ân -ı Kerîm’in kırâetini ilgilendiren en mühim ve en güç mes’elelerden biri de, Kur’ân -ı Kerîm’in “Seb’atü ahruf : Yedi harf” üzerine nâzil olması keyfiyyetidir ki Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm, bu husûsda şöyle buyurmuşdur: ا اَ ذ َ ه � ن ِ إ ْ ل ُ ق ُ ا َ نآ ْ ر ْ ن ا َف ف ُ ر ْ ِ َا ِ ة َ ع ْ ب َ س َ ىل َ ع َ ل ِ ز ْ ق َ ر ُ ؤا َ م ا َ ت ِ م َ ر � س َي ْ ن ُ ه “Şübhesiz bu Kur’ân, yedi harf üzerine nâzil olmuşdur Ondan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz” 102 B u hadîs -i şerîf’de belirtilen “Seb’atü ahruf : Yedi harf ” ta’bîri, medlûlü (delâleti ) müşkil, ma’nâsı i’tibâriyle de müteşâbih bir ta’bîrdir Kur’ân -ı Kerîm’in kırâeti ile ilgili olan bu ta’bîr ile neye işâret edildiği husûsunda bir çok fikirler ileri sürülmüş ise de bunların en güzeli ve isâbetli görüneni, Kur’ân’a âit ilimlerin en büyük üstâdı olan Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd radıye’llâhü anh ’ın bu husûsdaki işâret ve ictihâdıdır ki şöyledir: “Ben muhtelif kabîlelerden Kur’ân okuyanların kırâetlerini dinledim, işitdim Hepsini ma’nâ ciheti ile birbirlerine yakın buldum Sizin aranızda -geliniz - ma’nâsına olan -Helümme, Akbil - demeniz gibi ki - hepsi bir kapıya çıkar - Artık nasıl öğrendi iseniz öyle okuyunuz 103 Bununla berâber bu yedi harf ile ne kasd edildiği ihtilâfa sebeb olmuşsa da meşhûr rivâyete göre yedi harfden maksad, yedi lehçe, yedi şîve, yedi lügat olduğu kabûl edilmişdir Bunun çin de , -herkes alışdığı ve kendisine kolay gelen lehçe ile Kur’ân’ı okuyabilir -, denilmişdir Bu yedi lehçe, Kurayş, Huzeyl, Sakif, Havâzin, Kinâne, Te mim ve Yemen , lehçeleridir 104 tahrîf etmeye veyâ ma’nâsını bozmaya sebeb olacak her hang i bir tasarruf, câiz olmayıp kat’î sûretde memnû’ ve kat’î sûretde haramdır Tefsir Târihi , ss 20-36 Ömer Nasûhi Bilmen 102 - Buhârî, Cüz’ 6 Kitâbü Fedâili’l -Kur’ân, ss 227 Et-Tâcü’l -Câmiu li’l -Usûl fî Ehâdîsi’r -Rasûl s a v C 4 Kitâbü Fedâili’l -Kur’ân ss 30 Eş - Şeyh Mansûr Ali Nâsıf Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 9 ss 27- 29 (1331 nolu hadîs-i şerif) ve C 11 ss 228- 231 (1766 nolu hadîs -i şerif) Kâmil Miras 103 -Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 9 ss 29 (1331 nolu hadîs -i şerîf ve îzâhı) Kâmil Miras 104 - Kur’ân -ı Kerîm, Hicret’den evvel, ilk zamanlar yalnız Kurayş l ehçesi üzerine bir lügat ve bir lehçe ile okunurdu Hicret’den ve İslâmiyyet’in yayı lmaya başlamasından sonra, İslâm Dîni’ni kabûl eden Arab kabîleleri, Kur’ân’ı, -kolay geldiği için - kendi lehçelerine göre okumaya başladılar Çünkü, her dilde -ifâde ve telâffuz i’tibâriyle - türlü türlü sîğalar ve lehçeler olduğu gibi F I K I H U S Û L Ü 77 Kur’ân -ı Kerîm’in tevâtürü Allâhü Teâlâ tarafından Cibrî -i Emîn vâsıtası ile Arabca olarak Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’a -nazm ve ma’nâ ile birlikde- yirmiüç senede âyet âyet sûre sûre nâzil olan Kur’ân -ı Kerîm, öyle bir Nazm- ı Celîl’ dir ki bu mukaddes kitâbın nazm’ı da ma’nâ’ sı da ilâhîdir, vahye müsteniddir Bu bakmdan nazm ve ma’nâ, Kur’ân -ı Kerîm’in mâhiyyetini teşkil eden iki rükün’dür ki bunlar bulunmadıkca Kur’ân tehakkûk etmiş olmaz 105 Arabca’da da her kabîlenin kendilerine has bir lehçe si, ifâde ve telâffuz tarzı vardı Bunun için Kurayş lehçesine alışkın değillerdi Bu durum karşısında, bütün bunları göz önünde bulundu ran Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm, bütün Arab kabîlelerinin gönüllerinin Kur’ân’ın Tevhîd ve medeniyyet nûru üzerinde toplanmasını te’mîn etmek, muhtelif kabîleler arasında İslâm Dîni’nin sür’atle intişârını kolaylaştırmak ve bütün Müslümânlara bir kolaylık sağlama k maksâdı ile, ba’zı kelimelerinin diğer Arab kabîlelerinin lehçeleri ile de okunabilme si üzerine nâzil olmasını, Allâhü Teâlâ’dan istedi Bu isteği kendisine verilince de, Kur’ân -ı Kerîm -yukarıda zikri geçen - yedi harf üzerine nâzil oldu Bunun üzerine Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm, yukarıda zikri geçen altı lehçeyi, -vahy’e müsteniden - Kurayş lehçesine ilâve etdi Bu sûretle de Kur’ân -ı Kerîm’in diğer Arab kabîleleri arasında yayılması, öğrenilip okunması, kolaylaşmış oldu Çünk ü, esâsında her kelime, her lehçede değişmiyordu Ancak ba’zı kelimelerde ba’zı deği şiklikler oluyordu Bununla berâber lehçeler arasındaki bu fark ve ihtil âf, kelimelerin veyâ harflerin değişik şekillerde ve çeşitlerde okunmasından ibâretdir Yoksa m a’nâ ciheti ile bir tezat ve tenâkuz değildir Çünkü tezat ve tenâkuz, Kur’ân hakkında m uhâl olup mümkün değildir Ayrıca Kur’ân -ı Kerîm’in her kelimesi, yedi lehçe ve yedi vech ile n âzil olmuş ve bu sûretle okunmuş da değildir Ancak mühim bir maksâda hizmet et mek için, ba’zı kelimeleri Kurayş, ba’zı kelimeleri de diğer Arab kabîlelerinin lehçele ri ile gönderilmişdir Bu mühim netîce elde edildikden sonra, Kur’ân -ı Kerîm’in nâzil olan âyet ve sûreleri, her sene Ramazan ayı mukâbelelerinde, Mescid -i Nebî’de, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm tarafından Ashâb -ı Kirâm’a okundu Daha sonra Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ ın âhirete irtihâl etdiği senenin Ramazan ayında ise, Cebrâil aleyhi’s-selâm, Kur’ân-ı Kerîm’in tamâmını, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ a başından sonuna kadar -Kurayş lehçesi esâs olmak üzere şimdiki tertîb ve şekli ile - iki kere okudu Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm da, Cebrâil aleyhi’s- selâm’ a -Mescid- i Nebî’de hâzır bulunan bütün Ashâb -ı Kirâm’ın huzûrunda - iki kere okuyuıp dinletdi ki bu hâdiseye “Arzâ-i Ahîre : Son Arz” denilmişdir Bu son müdârese ve müzâkere ile, Kur’ân -ı Kerîm’de, Kurayş lehçesinin asıl olduğu husûsu da, ay rıca belirtilip tesbît edildi Ashâb-ı Kirâm da, Kur’ ân-ı Kerîm’in tamâmını, bu esâslar dâhilinde öğrenip hıfz et di Bu sûretle Kur’ân -ı Kerîm’in, yedi değişik şekilde ( yedi vech ile -vücûh ile-) okunması câ iz görüldü Bununla berâber Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ ın vahye müstenid olan bu müsâadesi, -Arab dilinin fesâhat ve belâğatinden dışarı çıkmamak , ma’nâyı değiştirmemek, okunuş şekilleri bi’z -zât Rasûlü’llâh’dan olmak gibi - bir takım şartlara bağlı idi Kur’ân -ı Kerîm’in cem’inde de, bu farklar göz önüne alınarak K urayş lehçesi esâs tutulmuş ve ona göre yazılıp tertîb edilmişdir Ayrıca bu husûsun, hiçbir vechile değiştirilemiyeceği hakkında da “ İcmâ’ ” vâki’ olmuşdur 105 -Kur’ân -ı Kerîm’in hem lâfzı, hem de ma’nâsı, hem de okunuş şekille ri, Allâhü Teâlâ tarafından Cebrâil aleyhi’s-selâm vâsıtası ile Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ a bi’z-zât okunarak vahy edilmişdir Bu bakımdan Kur’ân’a “Vahy-i Metluvv” denir Bu şekilde ve bu tarzda, nazmı münzel olmayan (inzâl olunmuş olmayan) İlâhî Hadîs’lere de “Vahy -i Gayr- i Metluvv” denir ki bunlar da iki kısımdır: F I K I H U S Û L Ü 78 Binâen -aleyh Kur’ân -ı Kerîm’i, nazm ve ma’nâsı ile birlikde Allâhü Teâlâ’dan Cebrâil aleyhi’s-selâm vâsıtası ile Arabca olarak alan Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm , Ashâb -ı Kirâm’ına da -kendisine nâzil olduğu gibi - aynen okumuş ve ta’lîm etdirmişdir Ashâb -ı Kirâm da, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’ın ta’rîfi vechile hem yazmışlar, hem okumuşlar, hem de ezber etmişlerdir Aynı zamanda hem ma’nâsını, hem de okuma şekillerini ta’lîm buyurmuşlardır Ashâb -ı Kirâm’dan da zamânımıza kadar -aklın redd edemiyeceği d erecde sağlam ve çok râvîler tarafından - mütevâtiren nesilden nesle nakl olunarak gelmiş ve her asırda yüzbinlerce zevâtın hâfızalarını tezyîn ederek hıfz olunmuşdur Kıyâmete kadar da hıfz olunmakda devam edecekdir ki bu mümtaz vasıf, -bütün semâvî kitâblar arasında - yalnız Kur’ân -ı Kerîm’e mahsûsdur Aşağıdaki âyet -i kerîme ise, bu husûsun en güzel ve en açık bir delîlidir ُ ن َْ ن ا � ن ِ إ َ ن ْ ل � زن َ ا ِ ذلا ْ ك َ و َ ر ِ إا � ن َ ل ُ ه َ َ � ُ وظ ِ فا َ ن “Kur’ân’ı biz indirdik, biz O’nun koruyucuları da şübhesiz ki bi ziz” 106 Bütün bunlardan çıkan netîce şudur ki Kur’â -ı Kerîm’in sübûtu, ancak tevâtür ile mümkündür Tevâtür ile olmayan hiçbir haber, -ne kadar kuvvetli olursa olsun - Kur’ân olamaz Kur’ân ile sâbit olmayan veyâ esâsını Kur’ân’dan almayan bir huküm ise, mu’teber değildir Bunun için Kur’ân -ı Kerîm’in “El-İmâm” veyâ “El-Mushafu’l - İmâm” adı verilen “Hatt-ı Mushaf -ı Usmânî” ye dayanan metni ve tevâtür ile sâbit olan bütün kırâetleri ( okunuş şekilleri), mütevâtir ’dir Mütevâtir olduğu için de en ufak bir şübhe mevcûd değildir 107 a-Kudsî Hadîs’ler (Ehâdîs -i Kudsiyye): Bunların ma’nâsı Allâhü Teâlâ’dan, lâfzı ise Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ dandır b-Nebevî Hadîs’ler (Ehâdîs -i Nebeviyye) : Bunların da hem ma’nâsı, hem de lâfzı, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm’ dandır 106 Hıcr Sûresi, âyet 9 107 -“ İslâmî ilimlere göre tevâtür, bir cemâat tarafından rivâyet olunan haberdir ki o ce mâatin yalan bir haber hakkında söz birliği ederek nakletmiş olmaları, âdetâ tasavvur olunmaz derecede muhal olur Bu bakımdan intikâd ulemâsına göre tevâtür, târihi bir vâkıayı riyâzî kat’iyyet derecesine yükselten bir beyyinedir, bir delîldir” Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 11 ss 33 Kâmil Miras Bu esâsa göre haberler, üç kısım altında incelenirler k i şöyledir: a-Mütevâtir haber : Yalan üzerine ittihad ve ittifakları düşünülemiyen bi r topluluğun haberine, diğer bir ifâde ile, aklın redd edemiyeceğ i derecede sağlam ve çok râvîlerin haberine, denir ki bunlar, birinci asır ricâli olan Ashâb -ı Kirâm’dan ikinci asır ricâli olan Tâbiîn’e, Tâbiîn’den de üçüncü asır ricâli olan Tebe -i Tâbiîn’e, aynı şekilde intikâl eden, onlardan da zamânımıza kadar nesilden nesle nakl olunarak gelen habe rlerdir F I K I H U S Û L Ü 79 Kur’ân -ı Kerîm’in kırâeti Kur’ân -ı Kerîm’in nüzûlünde, Kurayş lehçesinin asıl olduğu ve ilk cem’inin -vahye müsteniden - bu esâsa göre yapıldığı, ancak mühim bir maksâda hizmet etmek için -asl’a te’sîr etmemek ü zere- ba’zı kelimelerinin Kurayş, ba’zı kelimelerinin de diğer Arab kabîlelerinin lehçeleri ile gönderildiği, Arzâ-i Ahîre ’de belirtilip tesbit edilmişdir Bunun için de Hatt-ı Mushaf -ı Usmânî’nin aslı olan El-İmâm veyâ El -Mushafu’l -İmâm adı verilen ikinci ve üçüncü cem’ler, bu esâsa göre yapılmışdır Binâen -aleyh bu gün ellerimizde bulunan Kur’ân -ı Kerîm’in tamâmı, Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan zamânımıza kadar, hiçbir şekilde yalan üzere ittifakları aklen câiz olmayan ve görülmeyen büyük bir cemâat ( topluluk) tarafından nasilden nesle tevâtüren menkûldür ki bunda hiçbir ihtilâf mevcûd değıldir Ancak metninde hiçbir ihtilâf mevcûd olmadığı halde -mühim bir maksâda hizmet etmek için - ba’zı kelimelerinin Kurayş, ba’zı kelimelerinin de diğer Arab kabîlelerinin lehçeleri ile gönderilmesi sebebi ile ba’zı âyetlerin tilâvet ( okunuş) şekillerinde, ba’zı harflerin edâ’ keyfiyyetinde -daha evvel de belirtildiği gibi - bi’z -zât Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan tevâtüren menkûl, muhtelif rivâyetler ve tarîkler vardır Bu bakımdan Kur’ân -ı Kerîm’i, çeşitli kırâetlerde okumak câizdir Bu türlü kırâetler, tevâtüren sâbit olduğundan bunların sübût’ları da kat’îdir Bununla berâber Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan tevâtüren mekûl olan bu çeşitli kırâetlere, ba’zı kimseler tarafından -hakkında nisâb -ı şehâdet olmayan - ba’zı kırâetler daha ilâve edilmişdir ki bunlar da, “Şâzz Kırâetler” nâmı altında incelenirler Bu türlü kırâetler, tevâtüren sâbit olmadığından bunların sübûtları da kat’î değildir Bu bakımdan -bir kırâetin sahîh ve mu’teber olabilmesi için - başlıca üç şart vardır ki bu üç şart, sahîh ve mütevâtir kırâetlerin Bu haberlerin en başında Kur’ân -ı Kerîm ve Mütevâtir Sünnet’ler gelir ki bunları ink âr edip kabûl etmeyenler veyâ bunlara şübhe ile bakanlar, di nden çıkıp kâfir olular b-Meşhûr haber : Birinci asır ricâli arasında tevâtür derecesini bula mayan, fakat ikinci ve üçüncü asır ricâli arasında tevâtür derecesini bulan, onlardan da zamânımıza kadar -mütevâtir olarak - nesilden nesle nakl olunarak gelen haberlerdir “Meşhûr Sünnet” ler gibi Bunları inkâr edenler kâfir olmazlarsa da, geçmiş müslümânl ar hakkında itimadsızlık göstererek onları kötülemiş olacaklarından sapık ( fâsık) sayılırlar c-Âhad haber : Bir veyâ birkaç şahsın rivâyet etdikleri haberlerdir Bunları inkâr eden bir kimse kâfir ve günahkâr olmaz Fakat ehliyet sâhibi olan râvîleri kötülemiş olacağından bid’at ehli sayılır F I K I H U S Û L Ü 80 rükünlerini ( farzlarını) teşkil eder Bu şartlardan birisi eksik olursa, o kırâet, sahîh ve mu’teber bir kırâet olarak kabûl olunmaz 108 1-Bir vech ile dahî olsa, Arabiyye’ye, yanî Arabca’nın usûl ve kâıdelerine muvâfık olmalıdır 2-İhtimâlen dahî olsa, Hatt -ı Mushaf -ı Usmâniyye’ye, yanî Hazreti Osman radıye’llâhü anh ’ın cem’ etdirmiş ( teksîr etdirmiş) olduğu M ushaf’lardan birisine ( El-İmâm ’a veyâ El-Mushafu’l -İmâm ’a) muvâfık olmalıdır 3-Sahîh ve doğru bir senedi bulunmalıdır, ya’nî Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan mu’teber bir an’ane ile rivâyet edilegelmiş olmalıdır Bu üç şartı ( bu üç ruknü) hâvî olan ( ihtivâ eden ) kırâetlere, sahîh ve mu’teber kırâetler denir ki böyle sahîh ve mütevâtir kırâetleri, redd etmek aslâ câiz olmadığı gibi, inkâr etmek de hiçbir zaman helâl değildir Bunun için bu kırâetlerden her hangi birini inkâr eden bir kimse kâfir olur Belki bu şartları hâvî olan böyle kırâetler, Kur’ân -ı Kerîm’in Yedi Harf üzerine nâzil olduğu kırâetlerdir ki bunu kabûl etmek insanlar üzerine vâcib olmuşdur Bu bakımdan hakîkat bu olunca, a-İster Kırâet -i Seb’a, ister Kırâet -i Aşere imâmlarının kırâetlerinden olsun, isterse diğer makbûl imâmların kırâetlerinden olsun, bu üç şartı ( ruknü) hâvî olursa, onlara, “Sahîh Kırâet” ler denir b-İster Kırâet -i Seb’a, ister Kırâet -i Aşere imâmlarının kırâetlerinden olsun, isterse diğer makbûl imâmların kırâetlerinden olsun, eğer bu üç rukünden birisi eksik olursa, ona da “Zaîf, Şâzz veyâ Bâtıl Kırâet” denir ki bu husûslar, Selef ve Halef’den olan tahkîk imâmları ındinde sahîhdir 109 Bunun için bütün kırâetler, -Mütevâtir ve Şâzz Kırâetler diye- başlıca iki gurub altında mütâlea edilip incelenirler : 108 - En -Neşru fi’l -Kırâeti’l -Aşr, Cüz’ 1 ss 9 Ebu’l -Hayr İbnü’l -Cezerî 109 - En -Neşru fi’l -Kırâeti’l -Aşr, Cüz’ 1 ss 9 Ebu’l -Hayr İbnü’l -Cezerî El-İtkân fî Ulûmi’l -Kur’ân, Cüz’ 1 ss 77 Celâlü’d -dîn Es -Süyûtî Eş -Şâfiî Usûl -i Tefsîr veyâ Mukaddime -i İlm -i Tefs îr, ss 131 Ömer Nasûhi Bilmen Tecvîd İlmi (Kur’ân -ı Kerîm Okuma Kâideleri), Celâleddin Karakılıç F I K I H U S Û L Ü 81 Mütevâtir kırâetler ve hukmü Bunlar, Sahâbe -i Kirâm’ın İcmâ’ına dayanan ve tevâtür ile sâbit olan sahîh kırâetlerdir Bunlara “El-Kırâetü’l -Mütevâtire : Mütevâtir Kırâetler ” denir ki on tânedir Ayrıca “El-Kırâetü’l -Aşr : On Kırâet ” veyâ “Kırâet -i Aşere” veyâ “Vücûh -i Aşere” ismi veril diği gibi “Sahâbe’nin Kırâeti” de denir Bu on kırâetin hepsi de, bi’z -zât Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’dan mütevâtiren nakl edilmiş olup “İlm-i zarûrî” ifâde ederler Hepsinin sağlam sened ve temellere dayanan delîlleri, muhkem kâıdeleri, ayrı ayrı imâmları ve ikişer râvîleri vardır Hepsinde de sahîh ve mu’teber kırâetlerde aranılan şartlar mevcûddur Ya’nî hepsi de Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan sıka olan zevât tarafından nakl olunmuşdur Bu bakımdan senedleri sahîh ve doğrudur Arabiyye’ye uygundur ki Kur’ân -ı Kerîm, onunla nâzil olmuşdur Hatt -ı Mushaf -ı Usmâniyye’ye muvâfıkdır ki bu husûs da, İcmâ’ ile sâbit olmuşdur İşte, bu nev’î kırâetlerde bu üç şart mevcûd olduğu için, bu nev’î kırâetler, Kur’ân -ı Kerîm olarak hem kabûl olunurlar, hem de okunurlar ( ا َ م ِ ك ِ ل – ِ ل َ م ِ ك ), ( ُ ع َ د َْ � و َ ن– َ ُ � ُ ع ِ دا و َ ن ) kırâetleri ve bunlara benzeyen diğer kırâetler gibi Mütevâtir kırâetlerden ya’nî Kırâet -i Aşere’den herhangi biri,-diğer bir kırâete karıştırmamak ve tek kırâet üzere okunmak şartı ile - namazda ve namaz hâricinde -Kur’ân olarak - okunabilir Bu kırâetlerden her hangi birini inkâr eden bir kimse tekfîr olunur ki bu ndan şiddetle sakınmak lâzımdır Çünkü bunların hepsi de, bi’z -zât Hazreti Muhammed aleyhi’s-selâm ’dan tevâtüren menkûl ve İcmâen sâbitdir 110 110 -Kırâet -i Aşere arasından -bi’l -hâssa Hicrî (324) târihinde vefât eden Ebû Bekr ibn-i Mücâhid tarafından - seçilen ve “Kırâet-i Seb’a : Yedi Kırâet” imâmlarına dayanan yedi türlü kırâet, daha çok revaç bulmuş ve bunların yedisi de bi ’l-ittifak tevâtüren sâbit olmuşdur Bunlara “El -Kırâetü’s -Seb’a” veyâ “Kırâet -i Seb’a” denir Geriye kalan üç kırâetin de -ya’ni Ebû Ca’fer, Ya’kûb ve Halefü’l -Âşir ( üç meşhûr imâmın ) kırâetlerinin de - tevâtüren sübûtuna, âlimlerimizin ekseriyyeti kâil olmu şlardır ki bunlar da - Kırâet -i Seb’a gibi - aynı hukümleri hâizdirler Senedleri sahîh, Arabiyye’y e uygun ve Hatt-ı Mushaf- ı Usmâniyye’ye muvâfıkdır Kabûl olunur ve okunurlar Fa kat tam olarak tevâtür derecesine yükselememişlerdir Bu bakımdan bu üç kırâet e de, “Meşhûr Kırâet’ler” ismi verilmişdir Bunlara “Âhad Kırâet’ler” diyenler de vardır (El- İtkân fî Ulûmi’l -Kur’ân, Cüz’ 1 ss 79 Celâlü’d -dîn Es -Süyûtî Eş -Şâfiî) F I K I H U S Û L Ü 82 Şâzz kırâetler (Mütevâtir olmayan kırâetler) ve hukmü Mütevâtir kırâetlerin ya’nî Kırâet -i Aşere’ nin hâricinde kalan ve Sahâbe’den -ba’zı ulemâ’ya göre Tâbiîn’den - ba’zılarının kırâetlerine denir ki bu türlü kırâetler, -ister Sahâbe’nin icmâ’ına dayansın isterse dayanmasın - tevâtür ile sâbit olmayan ğayr -i sahîh kırâetlerdir Bu türlü kırâetleri -ne namazda ve ne de diğer vesîleler ile her hangi bir yerde - Kur’ân olarak okumak câiz değildir Çünkü, bu türlü kırâetler, mütevâtir olmadıkları gibi, Hatt -ı Mushaf -ı Usmâniyye’nin aslına da muvâfık değildirler Ancak -namaz hâricinde - Kur’ân olmadığına i’tikâd ederek, telâffuzu ve kırâeti câiz olabilir Aynı şekilde -Sika ’lar tarafından nakl edilmiş olması şartı ile - ba’zı hukûkî mes’eleler hakkında delîl olarak misâl tarzında gösterilebilir 111 İhtâr: Kur’ân -ı Kerîm’in Yedi Harf (yedi lehçe) üzerine nâzil oluş keyfiyyetini, sonraları meşhûr yedi kırâet imâmları tarafından seçilen “El-Kırâetü’s -Seb’a: Yedi Kırâet” ile karıştırmamak lâzımdır Çünkü Kurân -ı Kerîm’in Yedi Harf (yedi lehçe) üzerine nâzil oluş keyfiyyeti, Kırâet -i Aşere içinde dâhildir Fakat bunlardan hangisi oldu ğu belli değildir Bununla berâber, Kırâet-i Seb’a, Kur’ân’ın nâzil olduğu Yadi Harf (yedi lehçe) dir, diyenler de vardır (Usûl -i Tefsîr veyâ Mukaddime -i İlm -i Tefsîr, ss 130 -132 Ömer Nasûhi Bilmen) (Usûl -i Tefsîr Notları, ss 33 Prof M Tayyîb Okiç) 111 - Şâzz Kırâet’ ler, başlıca iki kısma ayrılarak incelenirler 1-Sahâbe’nin icmâ’ına dayanan, fakat tevâtür derecesini bulamayan şâzz kırâetlerdir Bunlara “Âhad kırâetler” de denir Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd, Übeyy ibn -i Ka’b ve diğer sika olan (her bakımdan kendisine güvenilen) kimselerin Mushaf’ları (kırâetleri) gibi Bu nev’î kırâetler, Âhad’ın ve sika olan kimselerin nakl etdiği sahîh kırâetlerdir B u bakımdan senedleri sahîhdir ve Arabiyye’ye uygundur Fakat Hatt -ı Mushaf -ı Usmâniyye’ye muhâlifdirler Bu sebeble de bu nev’î kırâetler, Kur’ân olarak kabû l olunurlar, fakat okunmazlar Bunun için de bu nev’î kırâetleri inkâr edenler, kâfir olmazlar Fa kat sika olan kimseleri kötülemiş olacaklarından doğru bir hareket yapmış sayılmazlar Bu nev’î kırâetler de iki kısma ayrılarak incelenirl er: a-Meşhûr olan şâzz kırâetler Bunlar, İmâm Mâlik rahmetü’llâhi aleyh ile İmâm Şâfiî rahmetü’llâhi aleyh’ e göre, hiçbir şer’î hukümde mu’teber değildir Fakat Hanefî imâmlarına göre, yalnız ibâdât ve muâmelât husûsunda mu’teber sayılırlar Çünkü bunlar, Kur’ân’d an olmasalar bile, Hadîs-i şerîf mesâbesinde olabilirler Bu cihetle de kendileri ile za nnî mes’elelerde amel olunabilir Meselâ, Yemîn Keffâreti’ni bildiren âyet -i kerîme, Mesâhif -i Usmâniyye’de ( َ ف َ ث ُ ما َي ِ ص َ ل َ ث ما �ي َا ِ ة : Fakat - bunlara kim güç yetiremezse - üç gün oruc -tutsun-) diye mutlak (kayıtsız) yazılmışdır (Mâide, 89 ) Abdu’llâh ibn -i Mes’ûd radıye’llâhü anh’ ın Mushaf’ında ise (ا َ ع ِ ب َات َت ُ م ما �ي َا ِ ة َث َ ل َث ُ ما َ ي ِ ص َف ْ ت :Fakat -bunlara kim güç yetiremezse - birbiri ardınca üç gün oruc -tutsun-) diye mukayyed (kayıtlı) yazılmışdır Buradaki ( َ ت ُ م َ ات ِ ب ْ تا َ ع : birbiri ardınca ) kırâeti ( kelimesi), meşhûr’dur Bunun için Hanefî imâmları, bunu nazar -ı i’tibâra alarak, Yemîn Keffâreti Orucu’nun, üç gün muttasıl olarak tutulmasına kâil olmuşlardır İşte burada, mutlak olan bi r âyet-i kerîme’yi, meşhûr olan bir şâzz kırâet ile -ibâdet husûsunda - kayıtlandırmışlardır F I K I H U S Û L Ü 83 Kur’ân’ın tercemesi ve hukmü Buraya kadar gördüğümüz konular içerisinde, Kur’ân -ı Kerîm’i ta’rîf ederken Kur’ân -ı Kerîm’in, Allâhü Teâlâ tarafından Cebrâil aleyhi’s -selâm vâsıtası ile Arabca olarak Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’a yirmiüç senede âyet âyet sûre sûre inzâl buyurulmuş olan bir “Nazm -ı Celî l” olduğunu, vahye müstenid bulunan bu mukaddes Kitâb ’ın Nazm’ ının da Ma’nâ’sının da ilâhî olduğunu, bu bakımdan Nazm ve Ma’nâ’nın birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir bütün olarak Kur’ân -ı Kerîm’in mâhiyyetini teşkîl eden iki esâs “iki rukün” bulunduğunu, bunlardan her hangi birisinin veyâ ikisinin bulunmaması hâlinde de Kur’ân -ı Kerîm’in kendisinin mevcûd olamıyacağını görmüş idik Ayrıca Kur’ân -ı Kerîm’in kendisine mahsûs olan ve Kurayş lehçesini esâs alan Resm -i Hatt’ının, -asl’a te’sîr etmemek üzere - mühim bir maksâda hizmet etmek gâyesi ile ba’zı kelime ve âyetlerinin de on kırâet üzerine okunabilme husûsunun, Arzâ -i Ahîre’de -vahye müsteniden - tesbit edildiğini de öğrenmiş idik    Hakîkat bu olunca Nazm’ı da Ma’nâ ’sı da ilâhî olup vahy’e müstenid bulunan, bunun için de ne yalnız ma’nâ’dan ve ne de yalnız lâfız’dan ibâret olmayan,fakat her ikisinin birden tamâmı olan Kur’ân -ı Bununla berâber Ramazân -ı Şerîf Orucu’nun kazâsına âit olan âyet -i kerîme, Mesâhif -i Usmâniyye’de ( َ ف ما �ي َا ْ ن ِ م ٌة �د ِ ع َ خ ُا َ ر :Orucunu tutamadığı günler sayısınca başka günlerde - orucunu tutar- ) diye mutlak yazılmışdır (Bakara, 184 ) Übeyy ibn-i Ka’b radıye’llâhü anh’ ın Mushaf’ında ise ( َ ف � اي َا ْ ن ِ م ٌة �د ِ ع َ خ ُا م َ ت ُ م َ ر َ ات ِ ب ْ تا َ ع : Orucunu tutamadığı günler sayısınca başka günlerde birbiri ardınca -orucunu tutar-) diye mukayyed yazılmışdır Fakat buradaki ( َ ت ُ م َ ات ِ ب ْ تا َ ع : birbiri ardınca ) kırâeti ( kelimesi ), meşhûr değildir Ancak bir Âhad Haber kabîlindend ir Bunun için de, kazâya kalmış Ramazân ayı orucunun kazâsında, ittisal şart değildir Müteferrik günlerde de tutulabilir Çünkü bununla, ya’nî meşhûr olmayan bir şâzz kırâet ile -bütün imâmlara göre - amel edilemez b-Meşhûr olmayan şâzz kırâetler Böyle kırâetler, bütün imâmlarca mu’teber değildir Bunun için de kendil eri ile hiçbir şer’î huküm sâbit olmaz 2-Gramer bakımından tashîh tekliflerinden ibâret olan v e hiçbir dînî esâsa dayanmayan şâzz kırâetlerdir Meselâ, mâzî sîğası ve ( ْ و َي م ) kelimesinin nasbı ile okunan ( َ ل َ م ِ ني � دلا َ م ْ و َي َ ك ) kırâeti gibi B u türlü kırâetleri de, sika veyâ sika olmayan kimseler na kl etmişlerdir Bu bakımdan senedleri sahîh değildir Bunun için de Hatt -ı Mushaf -ı Usmâniyye’ye ve Arabiyye’ye muvâfık olsalar bile, kabûl olunmayıp redd olunmuşlardır Bunlar, zaîf kırâetler olup Mevdû’, Merdûd ve Müdre c kırâetler nâmı altında incelenirler (El- İtkân fî Ulâmi’l -Kur’ân, Cüz’ 1 ss 78 -79 Celâlü’d-dîn Es -Süyûtî Eş -Şâfiî) F I K I H U S Û L Ü 84 Kerîm’in, bir kısmının veyâ tamâmının her hangi bir dildeki ma’nâsı veyâ ma’nâyı ifâdelendiren terce mesi, “Nazm ile ma’nâ mecmûu” nun ancak bir cüz’ü olabilmesi hasebi ile Kur’ân -ı Kerîm olamaz ve namaz gibi ibâdetlerde de okunamaz Çünkü namazda kırâet farzdır Kırâet ise, ancak “Nazm ile ma’nâ mecmûu” nun tamâmı ile tehakkuk eder Bu olmayınca da farz terk edilmiş olacağından namaz fâsid olur Bununla berâber yapılan bu terceme ve tefsîrler, Kur’ân -ı Kerîm’den bir cüz’, bir parça veyâ bir kısım olması hasebi ile, Kur’ân -ı Kerîm’e yapılan hurmet ve ta’zîm, onlara da yapılır Mükerrem, muhterem ve m uazzez bir varlık olan insana yapılan hurmet ve saygının, insandan ayrılan cüz’lere, parçalara da yapıldığı gibi Ayrıca Kur’ân -ı Kerîm’in Resm -i Hatt’ındaki ve on kırâet üzere okunuşundaki bir çok özellikleri ve husûsiyyetleri de, her hangi bir dild eki ma’nâsında veyâ ma’nâyı ifâdelendiren tercemesinde, ifâde edip göstermeye de imkân yokdur Bunun için Kur’ân -ı Kerîm’in Nazm’ını, Resm -i Hatt’ını, Kırâet şekillerini, bunlara benzeyen ve vahy’e müstenid olan diğer husûsiyyetlerini, terceme veyâ tefsîr ederek başka bir dile nakl etmek, hiçbir şekilde mümkün değildir Bunlardan her hangi birisinin eksik olması ise, Kur’ân -ı Kerîm’i, Kur’ân olmakdan çıkarmış olacağından, Kur’â -ı Kerîm’in her hangi bir dildeki ma’nâsı veyâ ma’nâyı ifâdelendiren terceme ve tefsîri de, Kur’ân olamaz Ancak ondan bir cüz’, ondan bir parça, ondan bir kısım olabilir    Kur ’ân -ı Kerîm’ in ma’nâ cihetine gelince, bu husûs, belki bir dereceye kadar mümkündür Bunun için de -Kur ’ân-ı Kerîm’ in ma’nâ ciheti ile t erceme ve tefsîri yapılabilir - denilmektedir Fakat burada da karşımıza bir takım engeller çıkmakta ve aşağıdaki âyet -i kerîmede de görüleceği üzere, Kur’ân âyetlerinin ma’nâ ciheti ile de -“ Muhkem ” ve “Müteşâbih” diye- başlıca iki kısım olduğu görülmekted ir ا َ و ُ ه � ل َ ا ي ِ ذ ْ ن َ ع َ ل َ ز َ ل ْ ي ْ لا َ ك ت ِ ك َ ا َ ب ِ م ْ ن م ُا � ن ُ ه ٌ تا َ م َ ك ُْ � ٌ تا َيآ ُه ْ لات ِ ك َ ا ُ م ُ ر َ خ ُا َ و ِ ب َ ت ٌ تا َِ �ا َ ش ط َ ا َف ا � م � لا ُ ول ُق ِ � َ ني ِ ذ ِِ � ٌ ْي َ ز ْ م َ ف َ ي � ت ِ ب ُ ع ا َ م َ نو َ ت ِ م َه َبا َ ش ْ ن ُ ها ْ بغ ِ ت َ ا َ ء ْ لا ِ ف ْ ت َ ن غ ِ ت ْبا َ و ِ ة َ ا ِ لي ِ و ْ أ َت َء ِ ه ج ْ ع َيا َ م َ و َ ل ي ِ و ْ أ َت ُ م َ ل ِ إ ُه � ا ُ � م ِ � َ نو ُ خ ِ سا � رلا َ و ْ لا ِ ع ْ ل ق َي ِ م ُ ول ُ و ا�ن َ مآ َ ن ِ ب ِ ه � ِ ع ْ ن ِ م �ل ُ ك ْ ن ِ د َ رن � ب َ ا ج � ذ َي ا َ م َ و � ك ِ إ ُ ر ا � ُ ول ُ و َ � ْا ا ْ ل ِ با َب F I K I H U S Û L Ü 85 “(Habîbim) Sana Kitâb’ı indiren O’dur Ondan bir kısım âyetler Muhkem ’ dir (ma’nâsı ap -açık, kat’î ve şübheden uzakdır) ki bunlar Kitâb’ın anası (temeli) dir Diğer bir kısmı da Müteşâbih (kendisi ile ne kasd edildiği herkes tarafından bilinemeyen âyet) lerdir Ammâ kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzûlarına göre) te ’vîline yeltenmek için (Muhkem ’leri bırakırlar da) O’nun Müteşâbih olanına tâbi’ olurlar Halbuki O ’nun (Müteşâbih olanların) te ’vîlini ancak Allâh bilir İlimde yüksek pâyeye erenler ise, -Biz O ’na inandık Hepsi de (Muhkem ’leri de, Müteşâbih’ leri de) Rabb’imiz katındandır Bunları sâlim akıl sâhiblerinden başkası iyice düşünüp anlayamaz - derler ” 112 Bu âyet -i kerîme’nin ifâdesine göre, Muhkem âyet’ler, ibâresi ( ya ’ni lâfızları ve kelimeleri ), Şârî -i Mübîn’in murâdına delâlet husûsunda her hangi bi r şübheden uzak olan ve başka bir ma’nâya delâlet ihtimâli bulunmayan âyetlerdir ( kat’î nass’lardır ) ki her cihetle ap -açık olduklarından, doğrudan doğruya birer ilmî delîldirler Bunun için de böyle olan âyetlerin hepsine birden -yukarıda zikri geçen âyet -i kerîme’de - “Ümmü’l -Kitâb” denilmişdir ki “Ana âyet’ler” demekdir Bununla berâber bu nev’î âyetler de, ayrıca iki husûsiyyet arz ederler: Bunlardan birincisi, aslî ma’nâlar (ya’nî sâdece cümlenin veyâ ibârenin terkîbinden çıkan emir, nehiy, ahkâm, kısâs, ahlâk ve âdâb gibi ma’nâlar ) dır ki bunların hepsini, her hangi bir dile, terceme ve tefsîr etmek -belki- mümkündür Bu bakımdan bu şekildeki âyet -i kerîme’lerin terceme ve tefsîrleri yapılmışdır İkincisi ise , tâlî ma’nâlar (ya’nî cümle, ibâre ve kelimelerin, belâğat ve i’câz bakımından ihtivâ etdikleri saklı ma’nâlar ) dır ki bunların hepsini, tam olarak bütün ma’nâ, belâğat ve i’câzı ile ifâde edebilmek mümkün değildir Hattâ bu ifâdeyi yapabilecek bir dil veyâ bir dilin kelimeleri bile tasavvur olunamaz Bu bakımdan görülüyor ki “Ümmü’l-Kitâb” denilen Muhkem âyetlerin bile terceme ve tefsîrinde, bir takım güçlükler meydana çıkıyor Bunların bir kısmı, bir dereceye kadar mümkün olabiliyor Fakat diğer bir kısmı mümkün olamıyor Bu durum ise, Kur’ ân-ı Kerîm’in terceme ve tefsîrinin tam olarak yapılamıyacağını ortaya 112 - Âl -i İmrân Sûresi, âyet 7 F I K I H U S Û L Ü 86 koyup isbât etmektedir İşte bunun içindir ki asırlar boyunca bir çok İslâm âlimi tarafından Kur’ ân-ı Kerîm’in, yüzlerce terceme ve tefsîri ya pılmış, fakat hiç birisi istenilen hedefe ulaşamamışdır Bununla berâber Arabca bilmeyen Müslümânlara, Allâhü Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’ ân-ı Kerîm’i, mümkün olduğu kadar kendi dilleri ile anlatmak, Müslümân olmayan kimseler arasında İslâm Dîni’ ni yaymak ve onların her türlü dînî ihtiyaçlarını karşılamak için, Kur’ ân-ı Kerîm’in, terceme ve tefsîri lüzûmlu, hattâ zarûrî görülmüşdür Bunun için bir çok İslâm âlimi, Kur’ ân-ı Kerîm’in, Muhkem âyet’ lerinin terceme ve tefsîrinin yapılabileceğine kâil olmuşlar ve müsâade etmişlerdir Fakat bu terceme ve tefsîrlerin de, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde Kur’ ân-ı Kerîm evsaf ve hukmünü hâiz olamıyacaklarını da, ehemmiyetle belirtip işâret etmişlerdir Müteşâbih âyet’ler ise, ibâresi ( ya’nî lâfızları ve kelime leri), Şârî -i Mübîn’ in murâdına delâlet husûsunda şübhe ve ihtimâl bulunan âyetlerdir ki böyle olan âyetlerin ma’nâları açık olmayıp kapalıdır ve kendileri ile ne kasd edildiği belli değildir Bu bakımdan her hangi bir dile terceme ve tefsîri de mümkün değildir 113 Ashâb -ı Kirâm ile İmâm A’zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî gibi Selef ulemâsı, müteşâbih âyet’ lerin ma’nâlarını ve keyfiyyetlerini, Allâhü Teâlâ’ya tefvîz ederek terceme ve tefsîrine girişmemişlerdir Çünkü yukarıda zikri geçen âyet -i kerîmedeki ( �ا �إ :ancak Allâh bilir ) istisnâsından sonra vakıf yapılmasını iltizâm ederek ( َ و ُ خ ِ سا � رلا َ نو : yüksek pâyeye erenler ise ) deki ( ا َ و ْ و : vâv ) harfinin, isti ’nâfiyye için olduğunu kabûl etmişler, buna istinâden de müteşâbih âyetlerin te’vîl ve tefsîrini, ancak Allâhü Teâlâ’nın bilebileceğin e hukm ederek onların tevîl ve tefsîrine gitmemişler, keyfiyyetlerini anlamaya çalışmamışlardır 114 113 - Müteşâbih olan âyet -i kerîmeler, başlıca iki kısımdırlar: Bunlardan bir kısmı, hem lâfzı hem de ma'nâsı ciheti ile Müteşâbih olanlardır Ba'zı sûrelerin başlarında bulunan ve "Mukattaa Harfleri" ismi verilen ( ق - ي س - ط ه - �ا ) âyet -i kerîmeleri gibi Bunların ne lâfızları ve ne de ma'nâları, bizi m için ma'lûm değildir Allâhü Teâlâ ile Rasûl'ü arasında birer şifre mesâbesindedir Diğer bir kısmı da, yalnız ma'nâ ciheti ile Müteşâbih olanlardır ( ُ د َي ِ �ا َ ف ِ هي ِ د ْي َا َ � ْ و ْ م : Allâh'ın eli, onların ellerinin üstündedir) âyet-i kerîmesindeki ( َ ي ْ د : el ) ta'bîri gibi Bu şekilde müteşâbih olan âyet -i kerîmelerin, lügat ma'nâları ma'lûm ise de hakîkî ma'nâlarını ve keyfiyyetlerini anlamak mümkün d eğildir 114 - Tefvîz: Kendi yapacağı bir işini başka bir kimseye ısmarlamak, ha vâle etmek, bırakmakdır F I K I H U S Û L Ü 87 Müteahhirîn (Halef ) ulemâsı ise, ( َ و ُ خ ِ سا � رلا َ نو :Yüksek pâyeye erenler ise ) deki ( ا َ و ْ و : vâv ) harfinin, atıf için olduğunu kabûl ederek müteşâbih âyetlerin te’vîl ve tefsîrini, ma’nâ ve medlûlünü, Allâhü Teâlâ bildiği gibi, ilimde yüksek dereceye erişip “Râsih” olan ( rüsûh ve meleke kesb edip husn- i nazar ve ictihâd sâhibi bulunan ) 115 kimselerin de, - muhkem âyetlerin (nass’ların) ortaya koyup te’sîs etdiği ana kâıdelere göre - bilmek selâhıyyetini hâiz bulundukları, bu yüksek ilmî ve ictihâdî dereceye sâhip olmayanların ise müteşâbih âyetleri anlıyamıyacakları, netîcesine varmışlar ve buna delîl olarak da yukarıda zikri geçen âyet -i kerîmenin sonundaki , َ ي ا َ م َ و � ذ � ك ِ إ ُ ر ا � ُ ول ُ و َ � ْا ا ْ ل ِ با َب “Bunları sâlim akıl sâhiblerinden başkası iyice düşünüp anlayamaz ” kavl- i şerîfini göstermişlerdir 116 İşte bu açıklamalar da, müteşâbih âyetlerin, her hangi bir dile, ne dereceye kadar terceme ve tefsîrinin yapılıp yapılamıyacağını, gâyet açık bir şekilde ortaya koyup îzah etmektedir Netîce i’tibâriyle şunu söyleyebiliriz ki kendisinden istifâde etmek isteyen insanlara, hidâyet ve seâdet yollarını göstermek, dünyevî ve uhrevî hayatlarını tanzîm etmek üzere inzâl buyurulmuş olan Kur’ ân-ı Kerîm, kendisinden istifâde etmek isteyen insanların her türlü dünyevî İltizâm: Lüzumlu görmek, tercih etmek, birinin tarafını tutmak, ge rekli görmekdir İsti'nâfiyye: Yeniden başlama, söz başı, demekdir ki atıf için olan ( ا َ و ْ و :vâv) harfi, evvelki sözlerle ilgisi bulunmayan müstakil bir cümle evvelinde b ulunursa "Vâv-i isti'nâf iyye" adını alır ve yeni bir söze başlanıldığını ifâde eder 115 - Rüsûh: Bir ilmi, derinliğine ve genişliğine bütün incelikler i ile anlayıp bilme melekesidir 116 - ( لا َ و � ر ُ خ ِ سا َ نو : ve'r-râsihûn) daki ( ا َ و ْ و :vâv) harfinin is'tinâfiyye için olduğunu söyley enler, bu husûsa i'tirâz ederek şöyle demişlerdir: 1-Lâfza -i Celâl'de, vakf -ı lâzım işâreti olmak üzere bir ( م :mîm) vardır 2-"Biz Ona inandık, hepsi Rabb'imiz katındandır" meâlindeki karîne-i celîle, öyle bir ma'nâ vermeye mâni'dir 3-All âh'ın ilmi ile Râsih'lerin ilmini cem' etmek, ikisini de ay nı seviyyede göstermek, hem hakîkate, hem de edebe münâfi'dir 4-O telâkkî ve ma'nâ, kendisini Râsih'lerden sanan - ve kalblerinde eğrilik bulunan - bir takım adamların, akıl ve dinden hâriç, -fitne koparıcı - câhilâne te'vîllerine yol açmış, bu yüzden de İslâm'ın birliği çok mühim zararlar görmüşdür - Fıkh -ı Ekber, İmâm A'zâm Ebû Hanîfe - Kur'ân -ı Hakîm ve Meâl -i Kerîm, C 1 ss 83 Hasan Basri Çantay - Hak Dîni Kur'ân Dili Türkçe Tafsîr, C 2 ss 1035 -1048 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır - Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i sarih Tercemesi, C 11 ss 61- 64 (1684 nolu hadîs-i şerîf ve îzâhı) Kâmil Miras F I K I H U S Û L Ü 88 ve uhrevî ihtiyaçlarına cevab verebilmesi için, tefsîr sûreti ile terceme ve tefsîri yapılabilir Fakat bunlar, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde, Kur ’ân -ı Kerîm evsâf ve hukmünü hâiz olmadıklarından, Kur’ ân-ı Kerîm sayılmazlar ve namaz gibi ibâdetlerde de okunamazlar Muhkem ve Müteşâbih âyetler ve hukümleri Âl-i İmrân Sûresi’nin yukarıda zikri geçen yedinci âyet -i kerîmesinde de belirtildiği gibi, Kur’â -ı Kerîm âyetleri, Muhkem ve Müteşâbih diye iki kısma ayrılır a-Muhkem diye, ma’nâsı açık olup hakkında tereddüd edilmeyen, te ’vîl, tefsîr, nesh ve tahsîs ihtimâli bulunmayan, başka bir deyimle ibâresi ( ya’nî lâfız ve kelimeleri ), Şârî-i Mübîn’ in murâdına delâlet husûsunda her hangi bir şübhe ve ihtimâlden uzak olan ve başka bir ma ’nâya delâlet ihtimâli olmayan âyetlere ( kat’î nass’ lara) denir ki böyle â yetler, her cihetle ap- açık olduklarından doğrudan doğruya birer ilmî delîldirler Bunun için de bunlara âyet -i kerîmede “Ümmü’l- Kitâb : Ana âyet’ ler”, ( ya’nî Kitâb’ın anası, aslı, esâsı olan âyetler ) denilmişdir Meselâ, ( َ ل ْ ي َ ك َ س ِ م ْ ث ِ ه ِ ل ٌء ْ ي َ ش :O ’nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibi bir şey’ (dahî ) yokdur ” 117 âyet -i kerîmesi, Muhkem bir âyetdir ki hiç bir vechile, Allâhü Teâlâ’nın bir mislinin, bir benzerinin olmadığını, ap -açık ve kat’î bir sûretde ortaya koyup bildirmektedir b-M üteşâbih diye de, ma ’nâsı gizli olup lügaten anlaşılmadığı gibi, akıl ve nakil yolu ile de ma’nâsı anlaşılmayan, başka bir deyimle ibâresi ( ya’nî lâfız ve kelimeleri), Şârî -i Mübîn’ in murâdına delâlet husûsunda şübheli olan ve ihtimâlden uzak bulunmayan â yetlere denir ki böyle âyetlerin ma’nâları açık olmayıp kapalıdır ve kendileri ile ne kasd edildiği belli değildir Bu özellikleri ile de, Muhkem âyet’ lerin zıddıdır Meselâ, َ و َ ي و ُذ َ ك �ب َ ر ُه ْ ج َ و َ ىق ْ ب َ ْ �ا ِ � ْا َ و ِ ل� ْ ك ِ ما َ ر “Azamet ve ikram sâhibi olan Rabb’inin vech’i (zâtı) bâkî kalacakdır” 118 ا َ ىل َ ع ُ ن َْ ْ � رل ْ لا ْ سا ِ ش ْ ر َ ع َ تى َ و “Rahmân (olan Allâh’ın emr -u hukmü) Arş’ı isti’ lâ’ etmişdir” 119 117 - Şûrâ Sûresi, âyet 11 118 - Rahmân Sûresi, âyet 27 F I K I H U S Û L Ü 89 ِ �ا ُ د َي َ ف ي ِ د ْي َا َ � ْ و ِ ه ْ م “Allâh’ın eli, onların ellerinin üstündedir” 120 َ و َ ك � ل ى َ سو ُ م ُ �ا َ م َ ت ْ ك ِ ل ً امي “Allâh, Mûsâ’ya söz etdi (hitâb ile konuşdu)” 121 âyet -i kerîmeleri, Müteşâbih olan birer âyet’ dirler ki ma’nâ ve keyfiyyetleri anlaşılmadığından hiçbir vechile te’vîl ve tefsîr edilemezler Ancak kendileri ile ne mur ad edildiği ve keyfiyyetlerinin nasıl olduğu, Allâhü Teâlâ’ya tefvîz edilerek (havâle edilerek ) hepsinin hakk olduğuna i’tikad edilir, tevîl ve tefsîrine gidilmez 122 Yukarıda zikri geçen âyet -i kerîmede “Ümmü’l-Kitâb” adı verilen âyetlerin hepsi, Muhkem olmakla berâber biribirlerine kıyâs ve tatbîk edilince - aralarında ıtlâk , takyîd, umûm husûs, takrîr tefsîr, istisnâ veyâ nesh gibi- bir takım farklar görülür Bunun için Usûl İlmi âlimleri, Muhkem âyetleri, umûmî sûretde -Zâhir, Nass, Müfesser , ( husûsî ma’nâsı ile ) Muhkem diye- dört dereceye; Müteşâbih âyet’leri de, medlûlündeki iştibâh ve ihtimâle göre -Hafî, Müşkil, Mücmel (husûsî ma’nâsı ile ) Müteşâbih diye- dört dereceye, ayırarak incelemişlerdir Bunlardan Muhkem ve Müteşâbih âyetlerin özellikleri, kısımları, hukümleri, Selef ve Halef’ den olan ulemânın bunlar hakkındaki görüş ve mütâleaları, daha önceki bahislerde etraflıca anlatılmış olduğundan, netîceyi şöyle özetliyebiliriz: Selef ulemâsına göre, Müteşâbihât’ a muttali’ olmak mümkün olmadığından te’vîl ve tefsîrleri de yapılamaz Bunları bilmek yalnız Allâhü Teâlâ’ya mahsûsdur Bunlar, insanları imtihân etmek, onlara âcizliklerini hatırlatmak, onları azamet ve tekebbürden korumak için nâzil olmuşdur 119 - Tâ Hâ Sûresi, âyet 5 120 - Fetih Sûresi, âyet 10 121 - Nisâ' Sûresi, âyet 164 122 -Abdu'llâh ibn -i Abbâs, Mücâhid ve Rabi' ibn -i Enes gibi ba'zı zevâta göre, müteşabihâta vukûf mümkündür Mütekellimîn ve Müteahhirîn 'den bir çok âlimler ile İmâm Nevevî de buna kâni'dirler Çünkü Allâhü Teâlâ, kullarına, anlıyamı yacakları bir şey' ile hitâb etmez, derler Hak Dîni Kur'ân Dili Türkçe Tefsir, C 2 ss 1045 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Abdu'llâh ibn -i Abbâs gibi bir çok Sahâbe'den tefsîr öğrenmiş olan ve kendisine -İmâm Buhârî ve İmâm Şâfiî gibi - bir çok kimselerin büyük bir i'timâdı olan müfessir Mücâhid de, bu husûsda, "Muhkem âyetler, helâl ve harama dâir olan âyetlerdir Müteşâbih âyetler de, ba'zısı ba'zısını tasdîk ve tefsîr eden âyetlerdir" der (Sahîh -i Buhârî Muhtasarı Tecrîd -i Sarih Tercemesi, C 11 ss 64 Kâmil Miras) F I K I H U S Û L Ü 90 Halef ulemâsına göre ise, Müteşâbihât’a vukûf mümkün olup ba’zı şartlar dâhilinde te’vîl ve tefsîrleri yapılabilir Çünkü, Allâhü Teâlâ, kullarına, anlıyamıyacakları bir şey’ ile hitâb etmez 123 Netîce böyle olmakla berâber işin en sağlam ve en doğru tarafı, Selef ulemâsının yol unu tutup te’vîl ve tefsîrden kaçınmakdır Zîrâ, âyet -i kerîmenin muktezâsı da, bunu îcâb etdirmektedir Kat ’î ve Zannî delîller ve hukmü Kur ’ân -ı Kerîm’ de “Ümmü’ l-Kitâb” diye vasıflandırılan Muhkem âyetler (nass ’lar ), herhangi bir hukme delâle t etme (delîl olma ) cihetinden “Kat ’î delîller” ve “Zannî delîller” diye iki kısma ayrılırlar 1-Kat ’î delîller Yalnız bir ma’nâya delâlet eden ( delîl olan) nass ’lardır ki bunların ma ’nâya delâletleri kat’î olup hiçbir vechile başka bir ma’nâya ihtimalleri yokdur Haklarında böyle bir ihtimal de düşünülemez Meselâ, ي َاا َي � لا ا َ ه ن َ مآ َ ني ِ ذ ُ وإ ا َ � �ا َ ْ لا َ و ُ ر ْ م ْ لا َ � ْا َ و ُ ر ِ س ْ ي َ م ْ ن � ْ ز َ� ْا َ و ُ با َ ص ُ م ٌ س ْ ج ِ ر ِ م لا ِ ل َ م َ ع ْ ن � شط ْ ي َ ا ِ ن َ ف ْ جا َ ت ُه ُ وب ِ ن َ ل َ ع � ل ْ م ُ ك ُ ت ْ فح ِ ل ُ و َ ن “Ey îmân edenler, şarab, kumar, (tapınmaya mahsûs) dikili taşlar, (câhiliyyet âdeti olan) fal okları, ancak şeytanın amelinden olan birer murdardır Onun için bunlardan kaçının ki murâdınıza eresiniz ” 124 âyet -i kerîmesindeki kat’î delîl ( kat’î nass ), şarabın, kumarın, dikili taşların ve fal oklarının haram oluşu ه ي َاا َي َ ا � لا ن َ مآ َ ني ِ ذ ُ وا ُ ك َ ع َ ب ِ ت َ ل ْ ي ُ ك ُ م ْ لا ُ صا َ ص ِ ق ِ � ْ لا َ ق ْ ت َ ىل ط “Ey îmân edenler, maktüller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz kılındı) ” 125 âyet -i kerîmesindeki kat’î delîl ( kat’î nass ), kısasın ( misillemenin ) vücûbu ya’nî farz oluşu, َ ا ُ د ِ ل ْ جا َف ِ �ا � زلا َ و ُة َي ِ نا � زل ُ ك او � ل ِ م د ِ ِا َ و ْ ن ا ِ م ا َ م ُ ه َ ئ َ ج َة ْ ل ة َ د ص � َ و َ ت ْ م ُ ك ْ ذ ُ خ ْ أ ِِ � ْ أ َ ر ا َ م َ ف ٌ ة ِ � ْ نإ ِ �ا ِ ني ِ د ُ ك ْ ن ُ ت ن ِ م ْ ؤ ُ ت ْ م ُ و َ و ِ �ا ِ ب َ ن ْ لا ِ ر ِ خ َ� ْا ِ م ْ و َ ي ج 123 -Ashâb -ı Kirâm, Tâbiîn ve Tebe -i Tâbiîn devirlerinde ya'nî ilk üç asırda yaşayan Müslümân'lara Selef, bunlardan sonra gelip onlara tâbi' olan Müslümân'lara da Halef, denilir 124 - Mâide Sûresi, âyet 90 125 - Bakara Sûresi, âyet 178 F I K I H U S Û L Ü 91 “Zinâ eden kadın ile zinâ eden erkekden her birine (bekâr iseler) yüzer değnek vurun Eğer Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bunlara Allâh’ın dîni (ni tatbik) husûsunda, acıyacağınız tutmasın” 126 âyet -i kerîmesindeki kat’î delîl ( kat’î nass ) da, zinâ eden kadın ve erkekden her birine yüz celdenin ( değneğin) vurulmasının vâcib (farz) oluşudur ki nass ile sâbit olan bu miktarların çoğaltılması veyâ azaltılması veyâ değiştirilmesi düşünülemez İşte bu şekildeki emir ve nehiyler, böyl e kat’î delîller ile ( nass’lar ile ) sâbit olan hukümlerdir ki bu hukümler hakkında en ufak bir şübhe vârid değildir Bunun için de bu şekilde sâbit olan hukümle r, ” Farz ” veyâ “Haram ” olurlar 2-Zannî delîller Yalnız bir ma’nâya delâletleri ( delîl olmaları ) kat’î olmayıp zannî olan nass ’lardır ki bunların ma’nâya delâletleri, -ekseriyyetle başka bir ma ’nâya ihtimalleri olmaz ise de - ba’zan kat ’î olmayıp şübheli olabilir ve haklarında başka bir ihtimal de düşünülebilir Meselâ, ْ لا َ و َ ط ُ م � لق َ ا َ ي ُ ت َ ت َ ا ِ ب َ ن ْ ص �ب َ ر ْ ن ُ ف ِ س ِ ه � َث � ن َ ث ء ُ ور ُق َة “Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (beklesinler)” 127 âyet -i kerîmesinde zikri geçen ( ُ ق ُ ور ء :Kurû’ ) lâfzı, ( َ ا ْ ل َ ق ُ ءو ُ ر :El -Karû’ ) kelimesin in çoğulu olup hem hayız, hem de tahâret ( temizlik) ma ’nâlarına gelir Bu bakımdan ( ُ ق ءو ُ ر :Kurû’ ) lâfzı, her iki ma’nâya da şâmildir Bunlardan yalnız birisine delâleti kat’î değildir Bunun için fukahâ’, boşanmış kadınların kendi kendilerine beklemesi emr edilen üç kurû’ müddetinin, üç hayız müddetine mi, yoksa üç temizlik müddetine mi delâlet etdiği -ya ’nî üç hayız müddeti mi, yoksa üç temizlik müddeti mi beklemesi gerektiği - husûsunda ihtilâf etmişdir İşte boşanmış kadınların kendi kendilerine beklemesi gerekli olan müddet ( iddet müddeti ) hakkındaki bu âyet -i kerîme, kat’î olmayıp zannî bir delîldir Yukarıda anlatılan iki şıkdan birisini ifâde etdiği gibi, ikisini birden de ifâde edebilir Böyle bir durum karşısında ise, 126 - Nûr Sûresi, âyet 2 127 - Bakara Sûresi, âyet 228 F I K I H U S Û L Ü 92 Müslümân’ları müşkil bir durumdan kurtarmak ve onların nasıl amel edeceklerini göstermek için -bütün kuvvet ve kudretini sarf ederek - zann- ı gâlib ile bunlardan birisini tercih edip huküm vermek de, ancak müctehidlerin görevidir Aynı şekilde, ي َاا َي � لا ا َ ه ن َ مآ َ ني ِ ذ ُ و َ ذ ِ إ ا ُ ق ا ل � صلا َ � ِ ا ْ م ُت ْ م َ و ا َف ِ ة ْ غل ِ س ُ و َ ا َ و ْ م ُ ك َ هو ُ ج ُ و ا ْ ي ُ ك َي ِ د ِ ا م ْ لا َ � او ُ ح َ س ْ ما َ و ِ � ِ فا َ ر َ م ِ ب ْ م ُ ك َل ُ ج ْ ر َا َ و ْ م ُ ك ِ س ُ ؤ ُ ر ِ ا ْ لا َ � َ ك ْ ع َ ب ِ ْ � ط “Ey îmân edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar (dirseklerle birlikde ) ellerinizi (yıkayın ) ve başınıza mesh edip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın” 128 âyet -i kerîmesinde, abdestin esâsı anlatılırken başın mesh edilmesi istenilmektedir ki mutlak ( kayıtsız) olarak emr edilen bu husûs, ya’nî başın mesh edilmesi husûsu hakkındaki bu delîl, kat’î bir nass’dır Kat ’î bir nass olduğu için de, başın mesh edilmesi, farz’dır Fakat başın ne kadar kısmı -hepsi mi, yarısı mı, dörtde biri mi, bir kısmı mı - mesh edilecekdir İşte bu husûs, tahdîd edilmediğinden belli değ ildir Bunun için de, -başın ne kadar bir kısmı mesh edilecekdir -, husûsundaki bu delîl, kat’î olmayıp zannîdir Zannî olduğu için de, fukahâ’, burada ihtilâf ederek zann -ı gâlib ile hareket etmiş, bu husûsdaki diğer delîllerden de istifâde edip bütün kuvv et ve kudretini sarf ederek, - Başın şu kadar kısmının mesh edilmesi vâcibdir - ictihâdında bulunmuşlardır ki bu miktar, Hanefî’lere göre -dörtde bir - dir İşte bu şekildeki Kur’ân hukümleri de, zannî delîller ile sâbit olan hukümler ( emir ve nehiyler ) dir Bunun için de bu şekilde sâbit olan hukümler, “Vâcib” veyâ “Tahrîmen mekrûh” olurlar Kur’ân-ı Kerîm’in sübûtu Kur ’ân -ı Kerîm’in sübûtu ( sâbit olması), tamâmen kat’îdir ve bunda en ufak bir şübhe mevcûd değildir Çünkü Allâhü Teâlâ, Kur ’ân -ı Kerîm’i, Cebrâil aleyhi’s- selâm vâsıtası ile Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’a nasıl inzâl buyurmuş ise, Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm da kendisine inzâl buyurulmuş olan Kur ’ân -ı Kerîm’ i, -daha önce de anlatıldığı gibi - aynen harfi harfine Ashâb -ı Kirâm’ına bildirmiş ve Risâlet’ini teblîğ etmişdir ki aşağıdaki âyet -i kerîme, bunun en açık bir delîlidir: 128 - Mâide Sûresi, âyet 6 F I K I H U S Û L Ü 93 َ ب ُ لو ُ س � رلا ا َ ه ي َاا َي � ل ُ ا ا َ م ْ ْ ن َ ل ِ ز ِ ا َ ل َ ر ْ ن ِ م َ ك ْ ي � ب َ ك ط ْ ن ِ إ َ و ْ َ � َ ت ْ ف ْ ل َ ع َ فا َ م َ ب � ل ْ غ َ ت ِ را َ س َ ل َ ت ُ ه ط “Ey Rasûl, Rabb’ inden sana indirileni teblîğ et Eğer yapmazsan, (Allâh’ın) Risâlet’ ini (elçiliğini ) teblîğ (ve îfâ’) etmiş olmazsın” 129 Ashâb -ı Kirâm’dan da zamânımıza kadar hiçbir şekilde yalan üzere ittifakları aklen câiz olmayan ve görülmeyen büyük bir cemâat taraf ından -aklın redd edemiyeceği derecede sağlam ve çok râvîler tarafından - nesilden nesle tevâtüren nakl olunarak gelmiş ve her asırda yüzbinlerce zevâtın hâfızalarını tezyîn ederek hıfz olunmuşdur Kıyâmete kadar da bu şekilde hıfz olunmakda devam edecekdir ki bunda hiçbir ihtilâf mevcûd değildir ِ إ � ن ْ َ ن ا ُ ن َ ن � ز ْ لن َ ا � ذلا ْ ك � ن ِ إ َ و َ ر َ ل ا ُ ه َ َ � ظ ِ فا ُ و َ ن “Kur ’ân’ı biz indirdik, biz O’nun koruyucuları da şübhesiz ki biziz ” 130 Âyet -i kerîmesi ise, bunun en açık ve en kat’î bir delîlidir Bu d a bize, Kur ’ân -ı Kerîm’in sübûtunun, her bakımdan kat’î ve şübheden uzak bulunduğunu, hiç bir zaman ve hiç bir şekilde, hiç bir değişikliğe uğramadığını, açıklayıp isbât eder Kur ’ân-ı Kerîm’ in hucceti Bütün Müslümân’lar, tevâtür ve sübûtunda hiçbir şübhe vârid olmayan Kur ’ân -ı Kerîm’ in, Hazreti Muhammed a leyhi’s- selâm ’a, Cebrâil aleyhi’s- selâm vâsıtası ile Arabca olarak nâzil olan bir Allâh kelâmı ( sözü) olduğu, hakkı bâtıldan ayıran dosdoğru bir kitâb bulunduğu ve Hazreti Muhammed aleyhi’s-sel âm’dan zamânımıza kadar tevâtüren geldiği, husûslarında icmâ’ etmiş ve bu husûslarda zerre kadar bir şübheye düşmemişdir Bu bakımdan Kur’ ân-ı Kerîm, İslâm Dîni’nde, şer’î hukümlerin en başta gelen “Huccet ” lerinden ( delîl ve kaynaklarından ) olup “El -Edill etü’l-Erbea ” dediğimiz “Dört Delîl” den birincisini teşkil eder Kur ’ân-ı Kerîm’ in bir mu ’cize oluşu Rahmân ve Rahîm isimlerinin sâhibi olarak kullarının en büyük şefâatcisi olan Allâhü Teâlâ, 131 hidâyetini isteyerek rızâsını kazanmaya 129 - Mâide Sûresi, âyet 67 130 - Hıcr Sûresi, âyet 9 131 - Bu husûs, aşağıdaki âyet -i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: ُ ق ِ ْ ل َ اف �شلا ِ � ً اعي ِ َ ج ُة َ ع َ ل ْ ل ُ م ُه َ م � سلا ُ ك � ُ ث ِ ض ْ ر َ� ْا َ و ِ تا َ و ِ ا َ ل ُ ت ِ ه ْ ي ُ وع َ ج ْ ر َ ن F I K I H U S Û L Ü 94 çalışan mü’min, muhsin ve müttekî kullarının sırât -ı müstekîme ( en doğru yola ) ulaşıp muhlâs kullarından olabilmeleri için bir hidâyet rehberi ( doğru yolun ta kendisi ) olarak inzâl etdiği Kur’ ân-ı Kerîm’ in, İslâm Dîni için en büyük bir huccet olduğunu, O’nun başında n sonuna kadar en büyük bir mu’ cize olup O’na şübhe ile bakan insanlara meydan okuduğunu, O’nda en ufak bir şübhenin bulunmadığını, Kur ’ân -ı Kerîm’indeki bir çok âyetler ile haber vermişdir ki bunlardan ba ’zıları şöyledir: ُ ق َ ف ْ ل ْ أت ُ و ِ ب ا ت ِ ك َ ا ِ ع ْ ن ِ م ب ْ ن ْ ه َا َ و ُ ه ِ �ا ِ د َ دى ِ م ْ ن َا ا َ م ُ ه � ت ِ ب ْ ن ِ إ ُه ْ ع ُ ك ْ ن ُ ت َ � ِ ق ِ دا َ ص ْ م “De ki: Eğer (sözünüzde) sâdık (adam) larsanız Allâh tarafından (Mûsâ’ya ve bana inzâl olunan) bu ikisinden (Tevrât ve Kur’ân’dan) daha doğru bir kitâb getirin de ben de ona uyayım” 132 ُ ق َ ل ْ ل ْ جا ِ ن ِ ئ َ ت ِ � ْا ِ ت َ ع َ م ْ ن ِ ْ �ا َ و ُ س ت ْا َي ْ نَأ َ ىل َ ع ن ُ وا ِ ِ ب ْ ث َ ذ َ ه ِ ل ْ لا ا ُ ق ِ نآ ْ ر ت ْا َي � ُ و َ ن ِ ِ ب ْ ث َ و ِ ه ِ ل َ ل ك ْ و َ ا َ ن ً اي ِ ه َظ ض ْ ع َ ب ِ ل ْ م ُ ه ُ ض ْ ع َب “De ki: And olsun, eğer ins ve cin (belâğat, fesâhat ve husn-i nazm da) şu Kur’ân’ın be nzerini (meydana ) getirmek üzere bir araya toplansa, biribirlerine yardıncı da olsalar, yine O’nun benzerini getiremezler” 133 قَي ْ م َا ُ و ا َ ن ُ ول ْ ف َ ت ُ هي َ ر ُ ق ْ ل َ فت ْ ا ُ و ا ِ ب ِ م ر َ و ُ س ِ ر ْ ش َ ع ْ ث ُ م ِ ه ِ ل ْ ف َ ت ْ سا ِ ن َ م او ُ ع ْ دا َ و تا َي َ ر َ ت ْ ن ِ إ ِ �ا ِ نو ُ د ْ ن ِ م ْ م ُت ْ ع َط ُ ت ْ ن ُ ك ْ م َ � ِ ق ِ دا َ ص “Yoksa O ’nu (Kur ’ân ’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: O halde haydi siz de O ’nun gibi uydurma on sûre getirin Allâh’ dan başka kime gücünüz yetiyorsa (kime güveniyorsanız) onları da (yardıma) çağırın Eğer (iddiânızda) sâdı klar iseniz ” 134 ْ ن ِ إ َ و ُ ك ْ ن ُ ت ْ م ِ � َ ر ْ ي ا � ِ � ب َ ن � ز ْ لن َ ا ن ِ د ْ ب َ ع َ ىل َ ع َ ا َ فت ْ أ ُ وا ِ ب ِ م ة َ رو ُ س ْ ن ِ م ْ ث ِ ه ِ ل ص ع ْ دا َ و ُ و ا ُ ش َ ءا َ د َ ه ُ ك ِ �ا ِ نو ُ د ْ ن ِ م ْ م ْ ن ِ إ ُ ك ْ ن َ � ِ ق ِ دا َ ص ْ م ُت “Kulumuz (Muhammed) e parça parça (âyet âyet, sûre sûre) indirdiğimiz şe y’den (Kur’ân ’ın Allâh katından geldiğinden) şübhe "De ki: Bütün şefâat (hakkı) Allâh'ındır, (ancak O'na mahsûsdur Hiçbir kimse O'nun izni olmaksızın şefâat hakkına mâlik değildir) Güklerin ve yerin mülkü (tasarrufu) O'nundur Nihâyet hepiniz ancak O'na döndürü (lüb götürü) leceksiniz" (Zümer, 44) 132 - Kasas Sûresi, âyet 49 133 - İsrâ' Sûresi, âyet 88 134 -Hûd Sûresi, âyet 13 F I K I H U S Û L Ü 95 ediyorsanız haydi O’nun benzerinden siz de bir sûre (meydana) getirin Allâh’dan başka (bütün ) şâhidlerinizi de (taptığınız putları ve bilginlerinizi de) yardıma çağırın Eğer (iddiânızda) sâdıklar iseniz ” 135 Bütün bu hakîkatler, Kur’ ân-ı Kerîm’in, Allâhü Teâlâ’nın kelâmı ( sözü ) olduğunu ve Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın vahye dayanan bir mu ’cizesi olup kendiliğinden söylediği bir şey’ olmadığını, gâyet iyi açıklayıp isbât eder Bununla ber âber müşrikler ile bunlara uyup onların yolundan giden ba ’zı kimseler, küfürlerinde isrâr edip yanlış yola saparak, -hâşâ, Kur ’ân, Muhammed’in kendi sözüdür, bir uydurmasıdır - gibi bir çok saçma iddiâlarda, sapık fikir ve sözlerde bulunmuşlardır Kur’ ân-ı Kerîm ise, -yukarıdaki âyet -i kerîmelerde de belirtildiği gibi - bir çok âyet -i kerîmeler ile, bu şekilde davranmayı bir ma’ rifet sayan müşriklere ve onlara uyup onların yolundan giden sapık fikirli kimselere, - nâzil olduğu zamandan bu zamâna kadar - meydan okumuş ve hâlen de meydan okumaktadır “Tehaddî:Meydan okuma ” denilen bu meydan okuyuş ise, kıyâmete kadar da devam edecekdir Bu bakımdan Kur’ ân-ı Kerîm, Allâhü Teâlâ’nın kelâmı olup beşer kudretinin hâricinde, lâfzının güzelliği, ma’nâsının kuvveti, terkîb ve tertîbindeki fesâhat ve belâğat ile baştan başa bir mu’ cizedir Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın ihdas etdiği bir şey’ değildir O, ancak bir peygamberdir Allâhü Teâlâ tarafından, bu ilâhî kelâmı, bütün insanlara teblîğ etmek için görevlendirilmişdir Eğer Kur’ ân-ı Kerîm, böyle olmamış olsaydı, şübhesiz ki bir çok ihtilâflar vukû’ bulacak ve Kur ’ân ’ın aslı bozulup gidecekdi Halbuki nâzil olduğu zamandan bu zamâna kadar hiçbir ihtilâf vukû’ bulmamış ve bundan sonra da vukû’ bulmayacakdır Bu husûs ise, Kur’ ân-ı Kerîm’ in bir mu ’cize olduğunun en açık bir delîlidir    Ayrıca, okuyup yazma bilmeyen, hiçbir kimseden bir şey’ öğrenmemiş olan ve câhil bir muhîtde yetişmiş bulunan ümmî bir Peygambere, yirmiüç senede âyet âyet, sûre sûre nâzil olması, nâzil olduğu gibi de aynen zamânımıza kadar hiçbir değişikliğe uğramadan sayısız hâfızlar ile tevâtüren gelmesi, kıyâmete kadar da aynı şekilde devam edecek olması, bir çok ilmî hakîkatleri, istikbâlde vukû’ bulacak ba ’zı hâdiseleri habe r vermesi ile de, bir mu ’cizedir 135 -Bakara Sûresi, âyet 23 F I K I H U S Û L Ü 96 Aynı şekilde, Kur’ ân-ı Kerîm’in, herkes tarafından kolayca ezberlenmesi, bi ’l- hâssa okunduğu zaman dinleyen her nefse te’sîr etmesi ve o kimseyi derhal kendine bağlaması da, Kur’ ân-ı Kerîm’ in, bir mu ’cize olduğunun en büyük bir delîlidir ki bu husûs, şu âyet -i kerîmede, ap -açık bir şekilde ifâde buyurulup belirtilmişdir: َ ن َ س ْ ِ َا َ ل � ز َن ُ� َا َ ْ �ا ت ِ ك ِ ثي ِ د َ ا ُ م ًاب َ تا َ ش ِ � ث َ م ًا َ ا َ ِ � � َ ت ْ ق َ ش ِ م ر ِ ع ْ ن ُ ه ل ُ ج ُ و ُ د � لا ْ َ � َ ني ِ ذ َ ر َ ن ْ وش � ب ْ م ُ ه ج � ُ ث َ ت ل ُ ج ُ � ِ ل ُ و ُ ه ُ د َ و ْ م ُ قل ُ و ُ ب ْ م ُ ه ِ ا ِ ذ َ � ْ ك ِ �ا ِ ر ط ي ِ د ْ ه َي ِ �ا ى َ د ُ ه َ ك ِ ل َ ذ ِ ب ُءا َ ش َي ْ ن َ م ِ ه ط ِ ل ِ ل ْ ض ُي ْ ن َ م َ و ُ �ا َ ف ا َ م َ ل ُ ه دا َ ه ْ ن ِ م “Allâh, sözlerin en güzelini, birbirini destekleyen lâfızlar ve ma ’nâlar olarak (âyet âyet, sûre sûre) bir kitâb hâlinde indirdi O ’nu işitince, Allâh’dan korkanların tüyleri (derileri) ürperir Anlayınca da tüyleri yatışır ve kalbleri Allâh’ın zikrine ısınır Bu bir hidâyet yoludur ki (Allâh’ın gösterdiği bir rehberdir ki) Allâh, dilediğini O’ na ulaştırır Allâh’ın şaşırtdığı kimseye ise, hiçbir kimse yol gösteremez” 136 İşte bu şekildeki bir çok delîl ve hakîkatler ile, her bakımdan bir mu ’cize olduğu ortaya çıkan ve her bakımdan kendisine i’timâd edilen Kur ’ân -ı Kerîm, -her türlü şübheden uzak olarak - Allâhü Teâlâ’nı n kelâmı ve Hazreti Muhammed aleyhi’s- selâm ’ın en büyük bir mu ’cizesidir Bu bakımdan da İslâm şerîat ve ahkâmının en başta gelen huccet ’lerinden biridir Bu özelliği ile de, her konuda kendisine ilk def ’a mürâceat edilecek bir delîl, bir esâs, bir asıl’ dır Besmele ve hukmü ِ ا ْ ق ْ ا َ ر ِ ب َ ك �ب َ ر ِ م ْ سا � لا ى ِ ذ َ خ َ ل َ � ج “Yaratan Rabb ’inin adı ile oku” 137 Âyet -i kerîmesindeki emre ve bu husûsda vârid olan diğer haberlere göre, okunacak, yazılacak, yapılacak her hayırlı işe, her meşrû’ şey ’e, teberruken ( ya’nî Allâhü Teâlâ’nın, -dünyevî ve uhrevî - rahmetini, mağfiretini ve yardımını isteyip hayırlı, uğurlu, bereketli ve başarılı olmasını ümîd ederek ve O’nun büyüklüğünü tanıyarak ) Besmele ve Hamdele ile başlamak vâcib’ dir Buna, Salvele de ilâve 136 - Zümer Sûresi, âyet 23 137 - Alâk Sûresi, âyet 1 F I K I H U S Û L Ü 97 edilirse tam ve güzel olup istenilen veyâ yapılan şey’in, hayır ve bereket ile netîcelenmesine vesîle olur 138 Sûre başlarındaki Besmele’ler, - Mushaf ’ın deffeteyni arasında Kur ’ân’dan başka bir şey’ bulunmadığı hakkındaki İcmâ’ a ve bu husûsdaki diğer haberlere göre - Kur ’ân ’dan ise de, bunların tam ve müstakil bir âyet olup olmaması husûsunda şübhe vâkî’ olduğundan ihtilâf edilmişdir 139 Bunun için yalnız Besmele ile namaz kılmak câiz değildir Bununla berâber bu şübhe, onun Kur’ân olmasına bir halel ge tirmez Bunun için de gerek namazda ve gerekse namaz hâricinde, okunacak, yazılacak ve yapılacak, her hayırlı ve meşrû’ bir işin başında, Besmele okunması bir sünnet’dir 140 138 - Besmele: "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adı ile -başlarım, okurum -" m a'nâsına gelen ( ِ ب ْ س ِ مي ِ ِ � رلا ِ ن َْ ْ � رلا ِ �ا ِ م :Bi'smi'llâhi'r-Rahmâni'r -Rahîm ) cümlesinin ismidir Hamdele: Yapılan bir işin -başından sonuna kadar - bütün hamd-ü senâ' larının, bütün teşekkürlerinin Allâhü Teâlâ'ya âid olduğunu ifâde e den ve "Bütün hamd -ü senâ'lar Allâhü Teâlâ'yadır" ma'nâsına gelen ( َ ا َ ْ � ِ ُ د ْ م ِ � :El- Hamdü li'llâh ) cümlesinin ismidir Salvele: Besmele ve Hamdele ile birlikde Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm'a ve O'nun şahsında O'nun Âl ve Ashâb'ına -ve dolayısıyle kıyâmete kadar gelip geçecek bütün ümm etlerine- salât -ü selâm okuyarak, � ي َ س َ يل َ ع ُ م� � سلا َ و ُة� � صل َا ِ ب ْ ح َ ص َ و ِ ه ِ لَأ َ ىل َ ع َ و د � م َُ � ا َن ِ د َ � ِ ع َْ ج َا ِ ه "Salât ve selâm, seyyidimiz Hazreti Muhammed üzerine, O'nun Âl ve Ashâb'ının üzerine olsun" şeklinde okunup ifâde edilen bir duâ şeklidir ki her hangi bir işe, bu üç esâs ile başlamak, İslâm'ın îcâblarındandır 139 -Mushaf: Bir araya toplanıp bağlanmış sahîfeler veyâ sahîfelerin bir araya toplan mışı, ma'nâsınadır Deffeteyn: Bir araya toplanıp bağlanmış sahîfelerin iki yanındak i kabları, kapakları, ma'nâsınadır 140 -Bu kadar güzel ve hayırlı bir gâyenin tahakkukuna v esîle teşkil eden Besmele, Kur'ân -ı Kerîm'de, başlıca iki türlü özellik arz eder: Bunlardan birincisi, En -Neml sûresinin otuzuncu âyet -i kerîmesi olan, ِ إ � ن َ ل ُ س ْ ن ِ م ُه � ن ِ إ َ و َ نا َ م ْ ي ِ ب ُه ِ مي ِ ِ � رلا ِ ن َْ ْ � رلا ِ �ا ِ م ْ س � "Muhakkak ki o, Süleymân'dandır ve o, hakîkaten Rahm ân ve Rahîm olan Allâh'ın adı ile - başlanılarak yazılmış - dır" âyet -i kerîmesindeki Bemele'dir ki buradaki bu Besmele, bu âye t- i kerîmenin bir cüz'ü ( bir parçası ) dır Bu bakımdan bu özelliği ile de Kur'ân -ı Kerîm'den bir âyetdir Bu husûs ise, tevâtür ve icmâ' ile sâbitdir Bu bakımdan bütün İslâm ulemâsı, En-Neml sûresindeki bu Besmele'nin, âyet olduğu hakkında ittifak edip ihtilâf etmemişdir İkincisi ise, sûre başlarında yazılı olup her sûreyi birbirinden ayıran ve Kur'ân-ı Kerîm okumaya başlarken okunan Besmele'dir ki bu Besmele'lerin â yet olup olmadığı hakkında - aşağıdaki şekilde - ihtilâf edilmişdir 1-Şâfiî âlimleri, her sûrenin başında bulunan Besmele, Kur'ân olup o sûreden bir cüz' ve bir âyetdir Aynı şeklde Fâtiha sûresinin yedi âyetinden birincisi de, Besmele'dir Böyl e olduğu için de ( َ ا ْ ن َ ع َ ت ْ م َ ع َ ل ِ ه ْ ي ْ م ), bir âyet fâsılası ( bir âyet sonu ) değildir Tevbe sûresinin başında ise, Besmele F I K I H U S Û L Ü 98 Aynı şekilde cünüb, hâiz ve nifâs hâlinde olanların teberruk kasdı ile Besmel e okumaları câiz ise de, Kur’ân olarak okumaları câiz değildir Bütün bu ihtilâfların ve özelliklerin hepsi, Besmele için mümtâz bir vasıf, onu teberruk kasdı ile okuyanlar için de, bir kolaylık, bir güven ve bir rahmet vesîlesidir 141    yokdur Bu bakımdan (113) sûrenin başındaki Besmele'ler (113) âyetdir Eğer bunlar âyet olmasalar idi, Selef ulemâsı tarafından, Kur'ân'a yazılmış olmazlardı Nitekim Fâtiha sûresinin sonunda "Âmin" demek sünnet olduğu halde, âmin lâfzı Kur'ân olmadığı için, Kur'ân'a yazılmamışdır Ayrıca, Mushaf'ın deffeteyni ( iki kapağı) arasında, Kur'ân'dan başka bir şey' bulunmadığı hakkında da icmâ' vardır ve bu husûsu te'yî d eden bir çok haberler de bu husûsda vârid olmuşdur, derler Bunun için de namazda, Besmele 'yi, açıkdan okurlar 2-Mâlikî âlimleri, Besmele, yalnız En-Neml sûresinin otuzuncu âyet -i kerîmesinin bir cüz'ü ( bir parçası) dır Bu bakımdan bu sûredeki Besmele, Kur'ân'dan bir âyet dir ki bu husûs, tevâtür ve icmâ' ile sâbitdir Fakat sûre başlarındaki Besmele'ler, âyet değildir Çünkü bunların âyet olduğu hakkında tevâtür yokdur Tevâtür olmayınca d a, şübhe ile Kur'ân sâbit olmaz Ancak sûreleri birbirinden ayırmak için, Kur'ân'a yazılmışlardır, derler Bunun için de namazda, ne cehren (a çıkdan) ve ne de sırran ( gizlice), Besmele okumazlar 3-Hanefî âlimlerinden Mütekaddimîn ulemâ'sı, En-Neml sûresinin otuzuncu âyet -i kerîmesinde bulunan Besmele, bu âyetin bir cüz'ü ( bir parçası) dır Bu bakımdan âyetdir ve Kur'ân'dır Fakat sûre başlarında bulunan Besmele'ler, âye t değildir Ancak sûreleri birbirinden ayırmak için konulmuşdur, derler Müteahhirîn ulemâ'sı ise, En-Neml sûresindeki Besmele, Kur'ân'dan bir âyetin bir cüz'ü ( bir parçası ) olması hasebi ile âyet olduğu gibi, sûre başlarında bulun an Besmele'ler de, o sûreden bir cüz' olmayıp başlı başına müstakil birer âyetdirler Aynı şekilde Fâtiha sûresinin başındaki Besmele de, başlı başına müstakil bir âyet olduğundan Fâtiha sûresinin başı ( َ ا َ ْ � ِ � ِ ُ د ْ م ْ ا � ب َ ر عل َ ا َ ل َ � ِ م � ) dir ve ( َ طا َ ر ِ ص � لا َ ا َ ني ِ ذ ْ ن َ ل َ ع َ ت ْ م َ ع ْ ي ِ ه ْ م � ) de, bir âyetdir Bu bakımdan sûre başlarındaki Besmele'ler, sûrelerin ara sını birbirinden ayırmak ve başlangıçda teberruk olunmak için mükerreren nâzil ol muşlardır Mushaf'larda, Besmele'nin, Kur'ân'ın yazıldığı hatt ile yazılması ve Selef ulemâsı tarafından bu husûsda bir i'tirâz vâkî' olmaması da, bunun bir delîlidir, derler ki ekseriyyetle sahih görülen de budur İmâm A'zâm ile İmâm Yûsüf'ün kavilleri de böyledir Bunun için de namazda, Sübhâneke ve Eûzü' den sonra ve her rek'atin evvelinde Fâtiha sûresini okurken Besmele'yi de -F âtiha sûresinden bir cüz' olmadığına ve başlı başına mü stakil bir âyet olduğuna işâret etmek için - cehrî ve sırrî namazlarda sırran ( gizlice) okurlar Fakat namazın ortasında (ya'nî zamm- ı sûrelerin başında) okumazlar Bu husûsların böyle olduğu hakkında, bütün Hanefî âl imleri ittifak etmişlerdir (Usûl -i Fıkıh Derslsri, ss 26 Büyük Haydar Efendi 141 - Usûl -i Fıkıh Dersleri, ss 25-26 Büyük Haydar Efendi Hak Dîni Kur'ân Dili Türkçe Tefsir, C 1 ss 11 ve 15 -17 Elmalılı Muhammed Hamdi Yaz ır Kur'ân -ı Hakîm ve Meâl -i Kerîm, C 1 ss 11 Hasan Basri Çantay Kur'ân -ı Kerîm'in Türkçe Meâl -i Âlîsi ve Tefsîri, C 1 ss 7 Ömer Nasûhi Bilmen F I K I H U S Û L Ü 99 D Ö R D Ü N C Ü B Ö L Ü M D Ö R D Ü N C Ü B Ö L Ü M Şer’î hukümlerin kaynağı olarak S Ü N N E T ( َ ا ُ ة�ن سل ) Sünnet kelimesinin ma’nâsı Es-Sünnet ( َ ا � ن سل ُ ة ) Lügatde, ta’kîb edilmesi i’tiyâd olunan ( alışkanlık hâline getirilen) yol, örf ve âdet, bir şey’i âdet edinme, kişinin görünüşü ve gidişi, bir nesnenin görülebilen kısmı, ma’nâlarınadır ki iyi veyâ kötü, güzel veyâ çirkin olabilir Cem’ i, ( َ ا سل َ ن ُ ن : Es -Sünen ) dir 142 İstılahda ise, yerine göre farklı ma’nâlar alır ki bunların en önemlileri şunlardır: 142 -Hazreti Muhammed aleyhi's-selâm, bir Hadîs -i şerîflerinde, bu iki husûsa, ya'nî bu iki ma'nâya işâretle şöyle buyurmuşlardır: ِ � ( � ن َ س ْ ن َ م ِ م� ْ س ِ � ْا �ن ُ س ) َ ف ًةن َ س َ ِ ً ة َ ل ِ � َ ل ِ م َ ع ْ ن َ م ُ ر ْ ج َا َ و ا َ ه ُ ر ْ ج َا ُه َ ا ِ ا َ ي َ � ْ لا ِ م ْ و َ ي ِ ق ِ ة َ م � ْ ن َ ي ُ ق ُ وج ُا ْ ن ِ م َ ك ِ ل َ ذ ُ ص ْ ي َ ش ْ م ِ ه ِ ر ً ائ ِ � ( � ن َ س ْ ن َ م َ و ِ م� ْ س ِ � ْا �ن ُ س ) � ي َ س ًة َ ف ًةئ َ ل َ ع ِ ه ْ ي َ ِ � َ ل ِ م َ ع ْ ن َ م ُ ر ْ ز ِ و َ و ا َ ه ُ ر ْ ز ِ و ا ِ ا َ ي َ � ْ لا ِ م ْ و َ ي ِ ق ِ ة َ م ْ ن َي � ُ ق َ ش ْ م ِ ه ِ ر ْ ز ِ و ْ ن ِ م َ ك ِ ل َ ذ ُ ص ًائ ْ ي "Bir kimse (İslâm'da) güzel bir sünnet (âdet) ortaya çıkarıp korsa (iyi ve güzel bir çığır açarsa) , onun ecri ( sevâbı) kendisine verileceği gibi, kıyâmete kadar onu yapanl arın (o yolda gidenlerin) ecri (sevâbı) da ona verilir Bununla berâber onu yapanların (o yolda gidenlerin) ecrinden (sevâbından) da hiçbir şey' eksilmez" "Bir kimse (İslâm'da) kötü bir sünnet (âdet) ortaya çıkarıp korsa (kötü bir çığır açarsa) , onun günâhı kendisine verileceği (yükletileceği) gibi, kıyâmete kadar onu yapanların (o yolda gidenlerin) günâhı da ona verilir (yükletilir) Bununla berâber onu yapanların (o yolda gidenlerin) günâhından da hiçbir şey' eksilmez" (Müslim'den) Riyâzü's -Sâlihîn,C 1 ss 166 -168 (174 nolu Hadîs -i şerîf) Muhyiddin Nevevî (Hasan Hüsnü Erdem ve Kıvâmüddin Burslan ) Muhâdarâtü fî Usûli'l -Fıkhi alâ Mezâhibi Ehli's -Sünneti ve'l -İmâmiyye, Cüz' 1 ss 143 Bedru'l- Mütevellî Abdü'l -Bâsit ...